29 Aralık 2010 Çarşamba

erkenci bir yeni yıl dileği

insan oğlu doğuyor, yaşıyor yaşarken yılları geride bırakıyor ve umutla geleceğe bakması ona öğütleniyor. öyle zamanlar geliyor ki insan erteliyor bir şeyleri ya da ertelemek zorunda kalıyor.

yine bir yıl daha geçti ömrümüzden. geçen sene iyi dileklerle , daha önceki yıla benzemeyecek daha iyi olacak iddialarıyla merhaba dediğimiz 2010 yılı bitiyor.biterken nelerinizi yanınızdan alıyor, hangi duygulardan yoksun ya da hangi duygulara hasretlisiniz bilmiyorum. bu yıl kimleri getirdi size, kimleri sevip nefret ettiniz onu da bilemem. ama umarım bazı vakitlerde güzel şeyler paylaşmışızdır.

hep sonralara bıraktığımız yaşanacaklarımız bu yeni yılda bulur bizi umarım. ertelediklerimiz, planladıklarımız, istediklerimiz 2010 la 2011 le sınırlı kalmaz inşallah.

bu sene ne yaptım neyi yapamadım. ne getirdi ne götürdü benden diye düşününce bir üstadın güzel bir şiirini anımsadım . behçet necatigil der ki;

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı.
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı.

bitmeyen işler yüzünden
(siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı.

siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi.

gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı.
gecelerde ve yalnız.
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı...

geniş zamanlarınız olsun sevgili dostlar. bu yılı benle geçirdiniz. siz bana ben size karşı adımlar attık.biraraya geldik. konuştuk,tartıştık, gülüştük, ağlaştık, isyanlar ettik kısacası yaşadık. bi,r ömür geçireceklerimizde var aranızda, hiç yanyana gelmeyecek olsam da sevdiklerim...

dar alanları, dar zamanları bir kenara iterek, pişmanlık ve keşkeleri çöplüğe bırakıp umut denilen şeyi mum ya da güneş halinde ışıklar saçarak var edelim içimizde. en azından şimdilik dileğim bu.

2010 istediğimizi getirmedi mi? zaten 2009 da getirmemişti unutmayın. 2011 bir şey getirmeyecek belki de ama umarım birbirimizi kaybetmemize sebep olmaz. 2012 yılı var olursa eğer ve karşılayacak güçü bulursak onu, ne olur berabr olalım.

seviyorum sizi.

bol küfürlü bir yazıdır ona göre bakınız

insanın kaderinde sikilmek varsa ne yaparsa yapsın uzak duramıyor bu eylemden. sikilmek dediğim cinsel anlamda olan değil yanlış anlaşılmasın. ona sevişmek diyorum ben en duygulusundan, en olmadı cinsel ilişki diyorum geçiştiriyorum

ama sikilmek öyle mi? böyle hiç anlamadan bazen de ben geliyorum diyerek gerçekleşiyor.

ruhani sikilmeler, lafla sikilmeler, eylemlerle hiç anlamadan girişilmeler...
bu senenin gözde eylemlerinden.

bazen sırf sikilmek için dünyaya geldiğimizi düşünmüyor değilim.


üniversite de ilk dost kazıklarını , sevgili satışlarını görünce anladım ki sikilmek diye bir eylem varmış. daha öncesinde cidden mutluymuşum, sakinmişim ve "sikilmek" sadece bir küfürmüş erkekler arasında duyduğum.

büyüdükçe sikilme ihtimalleriniz yükseliyormuş mesela. ne kadar çok insan tanır ne kadar çok olayların içine girer kendinizi belli ederseniz o kadar çok yakın olurmuşsunuz bu eyleme.

arkadaşlarınızdan yediğiniz kazıklar, satışlar...
seviyorum deyip sonra yok olan adamlar, yok olmasa da seviyorum kelimesi adı altında senle oynamalar...
devletin çağdaş , eğitimli, kültürlü insanlar değerlidir deyip ampül kafalıları başa getirmeleri...
üniversite gibi sözde aydın yerlerde bile arkam arkam , dayım dayım demeler...
ailenizin beklentileri ile sizin beklentilerinizin savaşları...
ve dahası aslında tek bir nokta da biraraya geliyor -sikilmek- evet evet hepsinin sonunda sikiliyorsunuz değerli okuyucu.

ne oldu neden takıldın diyeceksiniz bu sikilmeye. aha çünkü gene sikildim. kimse acımıyor insana boşluğu buldu mu sikiyor.

şimdi azcık dellendiğim olaya gelelim, sikilmeye neden bu kadar takıldım anlamanız için

okuldan tezimi destekleyen bir burs alıyorum ama bu burs elinize verilmiyor.işte kırtasiye ürünlerini, fotokopi, araştırma için gidilen şehir dışları için yol parası, kitap parası vb konularda size maddi destekte bulunuluyor. istediğiniz kitaplar kırtasiye ürünleri alınıyor falan filan...

bilenler bilir aranızda bir ay önce yine kitap almıştım. hocam daha o vakit bana güzel bir dokundurmuştu bi yerini: / benim tezle alakası olmayan kitapları almıştık ona. bende 3 kitap almıştım falan filan...

şimdi bugüne gelelim.
3 hafta önce sipariş ettiğim kitaplar gelmiş, tezim için gerekli bu kitapları bekliyordum dört gözle.
bugün hocamdan bir mail geldi

"istediğin kitaplar geldi. kitapların hepsi fakültenin demirbaşına kayıtlandı. o yüzden işin bitince aldığın kitapları bölüme teslim edeceğiz. " diye. iyi de hemen aklıma daha önce alınan kitaplar geldi. onlar niye demirbaşa kayıtlanmadı ama şimdi benim kendim için aldıklarım kayıtlandı ? o an kocamam bir kelime düştü beynime SİKİLMEK


ve sonra bir arkadaşla yaptığımız şu diyalog çıktı ortaya. çok güldüm bir anda gözümden yaşlar geldi o kadar. evet seviyesizce evet çok salakca evet yanlış ama bugün paylaşacağım bu diyalogu.
zaten yarın filan silerim bu yazıyı. bu kadar sik görmek hiç hoş değil


bu danısmanım benım....
maıl atmıs
bu arada istediğin kitaplar geldi. kitapların hepsi fakültenin demirbaşına kayıtlandı. o yüzden işin bitince aldığın kitapları bölüme teslim edeceğiz...
dıye
ıyıde
ben nıye verıyorum kıtapları
aq
o na da aldık kıtap
onları nıye demırbaslatmadı da
benımkılerı
demırbaslattı
aq
sinan:
valla helal adam göz göre göre sikiyor
çok taktir ettim
karyatid:
guluyom
aglancak halıme
sinan:
hani gizliden de sikmiyor
karyatid:
ghehgehg
sinan:
alenen sikiyor
bak nasıl sikiyorum
selaaaaaaaaaaaaam diyor
karyatid:
öluyom yaa
sinan:
bu adamın penisi küçük kesin
karyatid:
gozumden yas geldı
hehehe
sinan:
ya da tek daşşaklı
hatta hiç mi yok acaba ya
karyatid:
bu kadar ıyı sıkemez oglum nasıl yok deme oyle:/
sinan:
ya da yamuk olablirmi
karyatid:
bak ne guzel sıkıyor
sinan:
işte oradan sikemediği için bu yonunu geliştirmiş heralde
sinan:
taktir ediyorum iyi sikiyor
siktirecek olsam ona yaptırırıdim hiç değilse profosyonel


: )))))))))))

27 Aralık 2010 Pazartesi

kimse bilmez

kimse bilmez,
hatta sen de bilmezsin
nice sevdiğimi seni.
bir umut yeşerttim ikimiz için,
bir sevda büyüttüm
ne ele gösterdim, ne sen duydun
sessizce ninniler söyledim, kucağımda anılarla uyuttum onu
kimse bilmez,
hatta sen de bilmezsin,
kocaman bir yalnızlıkla besledim onu,
bir de sensizlikle.
ama hep sahip çıktım, tek sahibi bendim,
kimseye göstermedim...

beklenen

uzun sürdir beklediğim bir filmi izlemeye az kaldığını umut ederek, erken bir paylaşım da bulunmak istiyorum şimdi.

"saklandıkları yerden aşk için çıktılar..."

sezai parakçıoğlu, melike güner, sinan çalışkanoğlu, barbara lourens, selim akgül, mustafa uzunyılmaz'ın rol aldığı ve kısmetse 2011 şubat ayında vizyona girecek dram türünde bir filmin reklamını yapıyorum şimdi size: )
İNCİR REÇELİ adı. bir kaç yerde karşımıza çıkan müzikleri sayesinde daha bir ağız sulandırmakta.

bugün yine filmde dinleyeceğimizi düşündüğümüz şarkısını dinler buldum kendimi. dedim paylaşmalı bunu dostlarla, belki beraber gideriz sinemaya. izleriz ah biz bu şarkıyı biliyorduk der acılı gülümseriz


olanlar-olamayanlar meselesi

2010'un son pazartesi gününü gösteriyor takvimler.
günden saatten pek haberi olmayan ben için pekte önemli değil aslında yine, bugün pazartesi olmuş, yılın son pazartesisi olmuş filan...

ama bu sabah bugünün iyi geçmesi, son pazartesi olduğunu bilinmesine dair bir dosttan mesaj aldım. yaklaşık bir aydır her pazartesi mesaj atıyor arkadaşlarına. günün anlamına dair bir şeyler yazıyor, şarkı sözü yazıyor filan...

o anımsattı bugünün pazartesi olduğunu,sonuna 2010 ekli son pazartesi olduğunu.

bu kaçıncı pazartesiydi ömrümden geçen, kimi değerliydi kimi sade bir gün diye düşündüm belki de düşünecek bir şeyim yoktu ve ben bugün bunu düşünmeyi seçtim.


sonra bir sene öncesine gitti kafam. bir sene önceki bana, ne kadar farklıydım ne kadar aynı?

işin açıkcası gene depresif, sıkıntılı ama biraz daha istekli biri olduğum gözüme çarptı. daha hayata tutunurdum. bir amacım vardı bir çabam. sıkıntılara isyan ede ede yürümeyi istiyordum. bugün bakıldığında ise kendimce var olduğunu düşündüğüm yolun ortasında uzanıp kaldım.

yapılacaklar listesi vardı mesela, görülecek dostlar, gezilecek yerler, çalışılacak dersler...

mesela haziran ayında tez biticek , bittikten sonra istanbul'a gidilecek bu arada oradaki işlere gözatılıp bulamazsak AGH 'ye başvurulup bir senelik bile olsa yok olunacak, bilinmeyen bir diyarda bilinmeyen bir dilde aç kalınılacak, çalışılacak, üretilecek, keşfedilecek...
OLMADI

bir çok insanın " ah çok güzelsin ama kilo vermelisin " sözüne kör gibi mi duruyorum, salak mıyım ya da farkında değil miyim bir şeylerin isyanı yapılmayacak. söz dinlenilecek ve sağlıklı bir görünüme sahip olunulacak dedim

OLMADI

eskilerden ne varsa sıkıntı veren , bir yerlere gömülen ya da bir yerlerde bırakılan alınıp yeniden yeni yıllara taşınmayacak dedim

OLMADI

...

tabi başardıklarımız da oldu kendimizce, sevindiğimiz şeylerde.

gidilecek bazı şehirlerde nefes alındı, görülecek dostlar görüldü, gidilen bir şehirde eski bir arkadaş öldürüldü, akıtılması gereken gözyaşı sinirle akıtıldı... o defter elbirliğiyle güzelce kapandı.

annemiz hasta oldu. hastalığına karşı sulu gözlü ama çabalayan, umutlanan insan olundu. istenilirse aslında olumlu biri olunacağı keşfedildi. annenin tedavisinde hemşirecilik oynanıldı.

kendince yeni kararlar alındı ve bu alınan küçük kararlar bedenen ve ruhen kabul edildi. kimseye fark ettirilmeden hayata geçirildi. sonra olanlara karşı etrafı izleyerek gülümsenildi...

hayata yeni kişiler katıldı. kalabalık yalnızlığa devam yeminleri edildi.
bol bol film izlenildi. okunması yıllardır planlanan ama bir türlü gerçekleşmeyen iki kitap okundu.

yine çok yenildi
yine çok içildi

duman altı mekanların en diplerinde bazı insanların kötü bazı insanların süper dediği lezzetler tadılacakken uzak duruldu. içimizde kaldı mı sanki kaldı

hayattan damak tadı lezzetler alma eylemleri devam etti.
turşu yapmada bu sene artık usta olduğum kabul gördü.
yeni yemekler öğrenildi , yapıldı.

yüzmeyi unuttuğunu düşünen beden bir yaz günü kıpkırmızı olup günlerce evin içinde çıplak gezdi. nudist bir annenin evladı olduğu kanıtlandı.

bazı adamlar özlenildi bazı kızlar yeniden keşfedildi.
"hiç yapmam ben yea " denilen şeylerden yine birkaçı yapıldı. kendine gene kızılıp biraz da şaşırıldı.

red edilmenin sadece erkeklere özgü olmadığı görüldü. RED edildi.
TERCİH EDİLMEME ne demek onu gördü. tercihleri işe yaramadı, tercihde edilmedi,tercih ettiği yerlere KABUL de EDİLMEDİ.

umutlandı arada ama o arada kalmışlıkla umutlarda gene elden gitti.
gene bir iki kişiye inanmak istedi ve yine beklediği ,bildiği şeyleri yaşadı.

belki de güzel bir şeyi eliyle itti.

arkadaşlık,dostluk, sevgi, sevgili kavramları üzerine bazı filmsel olaylar yaşadı. gerekli gereksiz olayların içinde kahraman ya da yan rollerde oynadı. canı sıkıldı.ama can sıkmadı!

gene " ama sen iyi bir insansın, güzel bir insansın, sevilmeyi hak ediyorsun ..." sözlerini duydu ama duyduğunu yaşamadı.

...

yılın son pazartesisi,ömrün bilmem kaçıncı geride kalmış pazartesisinde düşüncelere dalıp bizi bırakıp gidecek bir yıla, yaşanmışlığa baktığımda, hala elle tutulur gözle görülür bir değişiklik yaşamayan bana baktığımda, dün de bugün de ve belki de yarında göreceğim kızın ta kendisi olmak canımı sıksa da yapacak çok şeyin olup yapacak poponun olmayışı canımı sıkmıyor değil.

salaklık, tembellik, umursamazlık,sorumsuzluk,yenilmek, isyan etmek,sabretmemek,salıvermek gibi eylemlerin arasından sıyrılıp aslında olmak istediğim ve aslında içimde olan o kızı seneye ayna da görmek istiyorum. yine aynı yüzle yansıdığımda yaş en ölesi yaş olduğunda bir silkinip kendime gelmeliyim sanki ya da kendimden uzaklaşmalıyım.

küçük bir yüzleşme oldu sanki , bildiğimi bildiğinizi yazmak
peh
ne işe yaradı bu şimdi?











23 Aralık 2010 Perşembe

cem adrian duygusallığı

birçok arkadaşım cem adrian'ı sevmiyorum der. kimi sesine anlam veremediğinden kimi duygusallık ve depresif sözlerin para getireceğinden böyle bir tarzı olduğunu düşünüyor.

ben ne mi düşünüyorum?
hiç- kocaman bir hiç-
ben sanatçının düşüncesini ,amacını,yaptıklarını pek dikkate almam, ilgilenmem.
benim için şarkı önemlidir, müzik önemlidir. notası nasıl? ritim nasıl? sakinliği ne kadar serin eser bedende ? ya da sözleri ne kadar keskin bıçak ve ya neşe saçan çıngırak?

aşkları üzerinde sıkıntı yaşayan, güven, inanma, değer verme kelime anlamlarını bilip yaşayamayan bir çiftin sıkıntılarıyla kendime merhaba dedim bu sabah.
zaten gece de zor bir uyku idi benimki. ne zamandır rüya görmeyen ben rüyalar görür oldum , iyi mi bu bilmiyorum...

dün gece yaşadığım bir küçük ya da büyük sıkıntıyı anlatmayacağım bugün. herşeyi dökmeye gerek yok. zaten yeteri kadar sacılıyorum ortalığa...

aşk, ilişkiler hep bitmek için varlar sanki. herşeyin bir kullanma süresi var. üretiliyor ve tüketiliyor... kaldı ki üretim zorken tüketim için pekte uğraşmıyor insan.
sonra işte tüm gidenlerin ardından kendince tükendiğini düşünen biri olarak cem adrian şarkıları dinler buluyoruz kendimizi.
yollara düşüyoruz, nereye gidiyorsun diye haykırıyoruz,, ben geldim tanrıya inandır beni diyoruz ve şimdilerde herkes gider mi? diyoruz.

uzun süredir içimden kimse gitmezken , herkes gider mi diye sormak ne garip bir ironi?

insanların elde ettiği sevgiyi hırpalama çabasını acıyarak izliyorum. sevgiler bitmemeli oysaki, anlayış var olmalı,dinlemeli insanlar birbirine güvenmese de inanmayı denemeli...

uzun süredir bir erkeğin varlığından haberdar olmayan ben için aşk, garip bir masal, okuduğunda değerini verip uyuman gereken.
aşk bazen görmemeyi ve uyumayı öğütlüyor sanki.

ama işte insan uyumaz; masalı ,kahramanları irdelemeye başlayıp diğer masallarla karşılaştırdığı an masalı yok ediyor ortada bal kabağı şeklinde kalıveriyor...

aşkın ya da sevginin tüketilişi, ayrılıklar, gidenler, kalanlar olduğunda insan bir nefes alıp düşündüğünde acıyla giden ya da kalan , bir dönem sevgiyi bölüştüğü kişiye soruyor;

hala yalnız mısın?
-sadece özgür...
-peki mutsuz?
-sadece alışmış...
-peki ya aşık?
-sadece eksik... peki ya sen? hala bekliyor musun?
-beklemek şimdi hiç duymayan birine dünyanın en güzel şarkısını söylemek kadar
anlamsız...
-peki ya umut?
-umut şimdi hiç görmeyen birine gökkuşağını anlatmak kadar zor ve imkansız...




cem adrian duygusallığı çöker arada üzerinize işte.geçmiş için bile şarkı mırıldanır bulursunuz kendinizi.

hep giden oldu, kalan ben dersiniz.
gitmeler, yola çıkmalar güzelken bu vedalar hiç olmadı der,herkes gider mi? soruyla boğuşup,herşeyin bitip gitmelerin var olduğunu kanıtlayan olayları yad eder, üzülürsünüz

22 Aralık 2010 Çarşamba

içimden çıkarasım geldi

kendimi kitlediğimde ne içersem içeyim sarhoş olamıyorum ama bazen ibneliğine sarhoşluk yapıp ağlak ya da kahkahası epey bir yüksek kadın oluyorum.

erkeğin sarhoşu can sıkıcıymış bunu bilmiyordum ,öğrendim. ama iyi olmadı sanki bu

"90 doğumlu adam mı olur len derken, 90 doğumlu bir evladın asılışıyla acayip gerildim ama hala neye gerildim bilemiyorum.ayrıca aq şu erkeklerin "sende istiyorsun sanıyordum" cümlesi ardına sığınıp kadınları köşeye sıkıştırmasını sevmiyorum, yapmasınlar şunu.


çok votkayla gerçekten güzel gözüküyormuşum gecen buna tanık oldum. o yüzden yaşasın çok içki diyor, saçmalıyorum.


herkesin kankası, anaç tipli kız arkadaşı formundan sıkıldım. bende bir dişiyim , bunu hatırlatmak istediğim dostlarım var.

yalnızlığı seviyorum ama anlık anlık fingirdeşmelerin çok kötü bir şey olmadığını düşünüyorum.

sevişgen dostlarımın yanında kendimi iyice aseksüel görüyorum.

dostlarım sevişince bende sevişmiş gibi oluyorum ve evet bu söz benim. kimseye vermem.

doğru insan, beyaz atlı prens ve dahasıyla nitelendirilen şahsımın nasibimin öldüğünü düşünüyorum. ölmüş olmalı. ölmeseydi gelirdi herhalde. bu yaştan sonra ölü diriltecek değilim.

ali'nın çok içmemesini, deniz'in bana sürekli salata yapmasını, erkan'ın sürekli konuşmasını, emre ile gezip tozmayı,sinan'ın gittiği redd konserinde ön sırada olmayı,atakan'ın en beklemediği zamanda karşısında olmayı,adını şimdi sayamadığım bir kaç dostun da çok mutlu olmasını istiyorum.param olsun dağıtayım onlara ve dert tasa kalmasın istiyorum. para yok mu para çok önemli şey aq. bunu anlamak canımı sıkıyor. KAHROLSUN MATERYALİZM...

içim itiraf dolu ama bunları bazılarını gereken yüzlere söylemek istiyorum.

ha unutmadan pazar gecesi dizlerim üşüdü diye kibrit yakarak dizlerime tutan ve onları ısıtmaya çalışan adamın yanağını ısırmak istiyorum.keşke bunu yapsaydım.

21 Aralık 2010 Salı

sarhoş olmak ya da olamamak işte mesele bu!




























önce kendimizce sarhoşluk üzerine atıp tutalım, tanım yapalım.
hım neydi sarhoşluk;

bir kaç şişe içindeki sıvı sayesinde kendini dünyanın en mutlu ya da en efkarlı insanı olarak görmekti.şişelere sarılıp hayal kurmaktı, ya çok güzel ya çok çirkin olmaktı...ve sonra sızıp bir yerde takılıp kalmaktı...ya da dahası.herkesin kendince sarhoş olma hikayeleri, anıları var.

bizimki de belki de onlardan biri

içki içmekten keyif almak, içkinin tadını sevmek, zaten her daim eğlenen gülen bünyeyi daha bir kıvamlı hale getirmek adına içerim ben. çok dertliyim aq bir içeyimde hayat güzel olsun banaları yaşamadım. durup dururken kokar burnuma mesela bira. dost sohbetlerinin yoğunluğundan dil damak kurumasın diye de tüketilir bira, içip daha çok gülmek içinde.

içki içme nedenlerimiz bizim bunlar. ama içki içmek deyince aklıma hep şu cümleler gelir;

"...ben çoğu geceler içiyorum. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. belki kendi kendimden. iki çeşit içen vardır. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. bir de şu çevrendekilere bak. bunlar neden içiyorlar? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. sokakta gülmemek için burda gülerler. böylesi az içer..." ah yusuf atılgan sen ne güzel demişsin derim, aylak adam'a daha bir aşık olurum sonra.


gene fazla içki kokulu bir haftasonu yaşadım.içiyoruz biz yealar döndü ortada.masumane bir yemek planı, tavuğun yanında bir şirince şarabı yudumlamakken plan yemeğe eşlik edecek bir dostun votka sevdası, içtikce benim daha önce az biraz tanık olduğum bazılarının çok uzak olduğu anları yaşar bulduk kendimizi.

evde bulunan 4 kişiden sadece birinin cidden kafasının güzel olması, enerjisinin yüksek olması ve sonsuza kadar , sınırsızca içme isteği eğer diğerleri hala onun gibi olmayınca çok anlamsız oluyormuş. o sarhoşken siz durumu anlama, durumu sakinleştirmeye çalıştıkca içinizdeki o sarhoşumsu hali öldürüyorsunuz. kaldı ki kadınların sarhoşluğu daha seksi ve ve eğlenceli.
erkekler söz konusu olunca öyle olmuyormuş anladım.
hele ki siz sarhoşluğa uzaklaştıkca içkiyle sevişircesine bir ilişkiye girmiş ve sarhoşluğu sıfat almış bir adamın sarhoş oluşu can sıkıcıymış. ama bir yandan niye canınız sıkılıyor ki diyorsunuz kendinize. sonra kendinize kızıyorsunuz. adam içkili beyler ne var bunda diyesiniz geliyor ve gecenin lafı adam haplı beyler, adam içkili beyler, adam uçuyor beyler gibi inciye atıflar ve gülüşmeler oluyor...






o gece sabaha dönüyor ve sonra bitiyor. sarhoş olan bir adam ve 3 sarhoş olucakken ayılan insanların içinde oluyorsunuz.
neyse...

ama gene gün bitiyor akşama dönüyor.yeni tanışılmış insanlar ,geçen gecenin içkili 4 kişisi yeniden bir araya gelmeleri yaşıyoruz. hayal kahvesindeyiz.

pek sevdiğim şarkılar çalmadı önce, murat boz şarkısına ooo diyen gençliğe ayak uyduramadım mesela. içkiler içilmeye başlandı. insanlar ya içindekileri çıkarıyordu ya da zaten öyleydiler bize göstermemişlerdi. şimdi şekilleri, bakışları, düşünceleri değişiyordu. etrafı izliyorum. sonra dün geceden alkollü arkadaşa "sen artık içme "durumları içine giriyorum "sana mı kalmış annelik " diyorum sonra içimden ama tutamıyorum kendimi.
gözü başı kaymış , isyankar biraz kendinde değilmişcesine yaşanan eylemleri engelleme çabasına giriyorum.

sevgi arayan bir kadın yanımda. sevgi nedir sorusuna çokca cevap vermiş ama yeni cevapları arıyor. sevilmek istiyor ama aradığı o gece orada değil biliyor ama yine de şeytan işte, içkiye karışarak dürtüyor. dans ederken etrafına bakıyor, ben bakışlara niyeyse gerilip üzülüyorum... aslında çok tanıdık bir özlemin farklı bir şeklini gördüğüm ,içkili, eğlenen, dans eden kadına arada "yapma" dercesine bakıyorum.

sonra sadece dans ediyorum, duman çalışıyor mesela adamın içi dapdar diye bağırıyorum. athena arsız gönül, holigan çalıyor eğleniyorum. bitti rüya diyor mesela manga'dan bir bakıyorum kafamı sallıyorum, terlemişim saçlarımı savurmak iyi geliyor.

yanda yeni tanışılmış bir adam var,dans ediyoruz ama o içkiyle durumu yanlış anlıyor ve zaten gecenin en sıkıcı, sikindirik eylemlerini ortaya çıkarıyor.

birden kafama biri bir şey vuruyor. sarsılıyorum.
"senin burada ne işin var ki" diyor." etrafında herkes kendince bir şeyin isteğindeyken sen ne istediğini bilmezken , şarkılar bile anlık mutluluğu verip biterken senin burada saatlerdir ne işin var?"

geriliyorum. içtiğim biralarınb tadı yok oluyor. bedenimde de yoklar zaten.hiç içmemiş gibi bakıyorum artık. gerildim bir kere, bir kere oraya aitlik durumundan uzaklaştım. şimdi ne yapsam boş.
bir gece önce sarhoş olamayanlar bile keyifli şimdi,kendilerince eğleniyorlar bense o kadar çok şey bilir o kadar çok şey gördüm ki gene sarhoşluğa uzak salakça bakınıyorum.

anladım ki bu iki gece de ya sarhoş olucaksın ya da orada olmayacaksın. sarhoş olmamak can sıkıcı.sarhoşluk gerçekleri görmemeyi sağlıyor aslında en gerçek en deli en kirli en seksi vb durumları ortaya çıkaran içki , gerçekleri ortaya kusuyor ama bunun farkına varacak gözleri şaşı yaparak durumu eşitliyor. kimsenin olan bitenden haberi yok, yaşasın içmek... vur kadehi falan filan...

bundan sonra ya sarhoş olucam ya da baktım herkes olurken ben bakıyorum. dışarı çıkıp bir bankta oturup denizin kokusunu çekeceğim. yoksa olmayacak. zaten kendimce sıkıntılarım var insanlığıma dair bir de başkalarının insanlıklarını tartamayacağım.

sarhoş olabilmek dileğiyle
















17 Aralık 2010 Cuma

...


bugün birden çok büyük cesaretlerim oldu, çok büyük göze alışlarım...

değişim, dönüşüm ana fikri


içsel sıkıntıların kendini en katmerli halde kendini belli ettiği 2.gün.

aslında yavaş yavaş "geliyorum ben" diyen bir durumu yok saymaya çalışmak ya da "zaten bu hep gelir sonra gider" demelerin en ortasındayken, gelmesini az çok beklediğim, beklemesem de geleceğini bildiğim durum, hal, hissiyat içindeyim şimdi.

siz ikinci günündeyim dediğime bakmayın zaten bir aydır sinsice beynimin , içimin, kalbimin ve hala varsa ruhumun bir yerine işleniyordu...

hatta bir arkadaşa okuldan çıkmış eve dönerken demiştim. "daha dur bu bir şey değil, daha neler yaşayacağım ben, daha ne hallerimi göreceksin..."

bir hastalığım var sanki ve belli zamanlarda atakları oluyor ya da krizleri. belli belli zamanlarda, gelmeden önce bedenimde bazı sıkıntılar çıkıyor ve en sonunda atak kendini en güçlüsünden gösteriyor.

neyse...
gelelim bu güne;
yapılması gerekenler yapılmadı.
gidilecek yere gidilmedi.
verilen söz tutulmadı.
planlanılan şey gerçek kılınmadı. yani anlayacağınız yerinde sayma eylemi tamamen yerinde donup kalmaya bıraktı kendini.

yolun ortasındayım demiştim ya, hani uzanmıştım. evet hala oradayım. uzanıyorum. üşüyorum da. kışı severim ama onun beni sevmediğini düşünüyorum burnum kızardıkca.neyse zaten sevmesine de gerek yok sanki değil mi?

birkaç gündür bir dostun bloguna bir şey yazmasını bekliyordum. zaten bu ara sadece birşeyler okuma, üzerine düşünme, içimdeki kendimle savaşan sesi başka kişilerin düşünceleriyle, cümleleriyle azaltmaya çalışıyorum. yazıyı bugün okudum.beynim o kadar yorgun o kadar garip bir kekremsi hal içindeki anlamadım hissettim kendimi , tekrar okudum. ikinci okuyuşta sarıp sarmaladı zaten... anlattığı bir hikaye idi ve kahramanı evreni düzeltme, değiştirme, sistemli çalışma, çabalama, düşünme üzerine başarılıydı. belki anlatılanlar şuan ki hal durumumdan farklı olsa da kahramanın sistemli çalışması, eksikliği fark edip üzerine düşünebilmesi, çalışması,isteyerek çabalaması bana , içimdeki savaşan kelimelere bir ! işareti yaptı."pişt dedi aslanım bak burada ne var?"


"değişimle kalınız" diyordu yazının sonunda.sanki "hey sen okuyucu, içindeki bir şeyleri düzene sokman için gereken kelimeyi arıyorsan işte burada" dercesine.hayatımın düzensizliği , kendimin sistemsizliği, gün geçtikce azalan isteklerimin, çoğalan ıssızlığımın, çöplüğe dönen hayatımın bir değişim, dönüşüm içine girmesinin gerekliliğine bir mum yakma durumu oldu sanki. ışık tuttu diyemiyorum çünkü şuan kocaman bir ışık hüzmesini kaldırabilecek gözlerim yok. mum iyidir.

kafka'yı bilirsiniz samsa'yı da bilirsiniz. garibim bir sabah nasılda böcek olarak uyanmıştı. bir böcek olmak, insan olamayıp insan gibi görünmekten de iğrenç midir? neyse bu başka bir yazının konusu...

samsayı düşündüm. garibimi, ailesini, odasında kalışını, böcek oluşunu, değişimini, evrimini, dönüşümünü...

sonra" ben neye dönüşeceğim?" dedim kendime. aslında istediğim kadın hangisiydi?her yolu bilmek ,her kadın çeşitinden biraz yudumlamak beni hangi kadın yapar acaba? nasıl biriyim ve aslında nasıl biriydim ve onu geçtim nasıl biri olacağım?

şimdi yolun ortasında uzandığım yerde bunu düşünüyorum. "değişmelisin" diyorum. biraz soluklan, dinlen. bırak ne varsa, ne önemi var ama kalktığında kafanda bir değişim rüzgarı olmalı. gene aynı ruhla, şekille, beyinle kalkıcaksan o yattığın yerden kalkma. birşey gelsin ezsin seni eğer yine aynı kalıcaksan. öl gitsin.

zamanı geri alamıyorsun nasılsa.saatle oynayamıyorsun resimdeki gibi. geçmişinde bir hata yaptın ki şimdi bu sıkıntıyı yaşıyorsun. bir yerde bir boşluk oldu ki, temeline kadar çöktün. gökdelenlerden tükürürüm derken gecekondu yıkıntıları arasında kaldın.
bir yerde bir sorun var ki ellerinde urganlar, birkaç toz istek arzu çabalama ...

beyin oyunları, depresyon sıkıntıları,gerginlikler, isteksizlikler, boşvermişlikler, içsel savaşlar içinde yorgun bir bedeni hak edecek ne yaptın?olduğun halden memnun değilsin ki gene geldi buldu seni ne varsa negatif olan.

değişmelisin.yolunu bulmalısın. kendini bilmelisin. bir böcek olarak değil ama bir insan olarak uyanabilmek dileğiyle.

dostun sözünü çalarak, içime sesleniyorum
değişime yakın ol!


değişimle kalınız...

16 Aralık 2010 Perşembe

yine bıraktım
























yol vardı bir tane, kendimce çizmiştim ya da çizikti ben adımlayarak daha da değerli kılmak etmek istedim onu, benim yolum olsun dedim.

hayat hep yol, her yer de yollar... yürü ya da yürüme sahiplen ya da tanıma ama var işte orada


yürüyecektim. ilk kez hırslanmıştım ,ilk kez istemiştim.

adam olma hayali, kendin olma çabası, işe yarama arzusu...

yolu tutmuştum. adımlarım başta o kadar sert, gerçek, sağlam...
bazı iklim şartlarını düşünmemiştim, düşündüklerim konusunda da hazırlığım tam değilmiş yoldayken anladım.
sonra ıslandım biraz, biraz gözyaşı biraz ani iklimsel olaylar.
yine de yürüdüm. tuttuğum yolun benim olduğuna inanarak, o yolun yolcusuyum ben diyerek, o yolun doğru olduğuna güvenerek ve daha çok o yol benim için diyerek

ama bazen olmuyor işte ya da insan olmadığını sanıyor...

hırsım ; yüzüm ve üzerim ıslandıkca azaldı. isteklerim konusunda kaygım ,şüphelerim olmaya başladı...
ellerime baktım, cebimde biriktirdiklerime
boşlukları adımlarla doldururum dedim. olmadı
ya ağır adım attığım için fazla vakit geçirdim hiç olmayacak yerinde yolun ya da yüküm ağır geldi ve ya zaten yol bana ani bir yokuş çıkardı, tırmanmak zor geldi...

birden elimdeki tuttuğum bir istek urganını saldım.
ellerimden kaydı. ama diyordum şu yokuşu çıkarsam gene ele geçiririm.
ama olmadı yokuş çıkıldı bir kaç eksikle ben gene yoldaydım. ama bıraktığım ipi unutmuşum şimdi anladım.

sonra gene yoldayım. kendime dert arama, gerekli gereksiz gerçek ya da yalan şeylerin ardına sığındım ne zaman düşsem ne zaman yolda geride kalsam ya da ne zaman yolun benim için uygun olmadığını düşünsem...


yaz oldu yapılacaklar listesinde olan herşey silindi bazı hayat oyunlar sebebiyle. yürüyüşümde duraklar oldu. ya da ben üşendim iki işi yapmaya

sonbahar geldi. iyi olucaktı. alışkındım yağmurlara , çamura . ama değilmiş gene yolda ayağım kaydı. düştüm, yoruldum ya da bıktım.

kış geldi kar kendini yavaş yavaş gösteriyor.
yolun bazılarına göre sonunda bazılarına göre ortasındayım. kimisi bu yolun bitimin aslında daha iyi bir yolun habercisi olduğunu söylüyor kimi bu yolları bırakmamı

sonra kendime bakıyorum yavaş adımlarla yürürken cebimden çıkardığım aynadan.
üzeri az tozlu, siliyorum. gördüğüm yüz ilk yola çıkarken ki hırslı istekli kız değil.

sonra tıyorum aynayı yere. kırılıyor, dağılıyor. eskiyen ayakkabımla üzerine basıyorum ayna parçalarının, sanıyorum ki korur beni ayakkabı. olmuyor.

kanıyorum.

kanayınca , canım acıyor. cebime elimi atıyorum. yolculuk sırasında kalmış son bezlere yara bantlarına ulaşmaya çalışıyorum. onları bulayım derken hırs , istek, çabalama kelimeleri de dökülüyor cebimden yolun ortasına. azcık kalmışlar...

ayakkabımı çıkarıp yaralarımı sarmaya çalışırken azcık kalan şeyleri toplayıp toplamamayı düşünüyorum.
sonra bir yanda aslında hala tuttuğum urganlardan birini daha bırakıyorum.

yani anlayacağınız yolun bilinmeyen bir yerindeyim. ve şimdi tam bu vakitte ben ne varsa yolculuğa çıkarken bırakıyorum
parmaklarımın arasına takılıyor bazı parçalar...
ben umursamazca
uzanıyorum yolun ortasına, bir elimde bırakmaya çalıştığım urganlar
bir yanımda cebimden ortaya saçılan istek, hırs,çabalama tozları...

ya yok olucak her şey ya yol bitecek ya da o yoldan bu kadar yürümüşken dönülecek...

14 Aralık 2010 Salı

cahil kalmalıydım

cehalet neydi,? cahil kalmak neyi tanımlardı?

bugün anladım ki cahil kalmalıyım ben. hiç bir şey bilmemeliyim aslında.
her tattığım şeyin lezzetini damağımdan beynime akıtıyorum. kodluyorum. yaşadığım her anın bir anlamı oluyor içimde. her anlam beynime kodlanıyor. ve sonra birden bir şarkı bir kitap bir şiir bir tat ne varsa beyinde, kalpte ortaya çıkarıyor. tüm o sakladığım geçmişteki kodlar şifrelerini çözüyor ve anımsıyorum dün gibi...
sonra rayışa geçiyorum. ademle havvadan kalma yarım kalmışlıklarım kendini gösteriyor. nefes alamıyorum. delleniyorum bildiğin,
beynimde düşünceler bana nanik yapıyor

ah içimde gene bir fırtına.
bir kitap okuyordum masumca bir yaklaşımdı benimkisi iki gündür.
sadece okuyor bazı yerlerde elimi ağzıma götürüyor nefes alamıyor gibi oluyordum

kitap bitti.
uzun zamandır okunması gereken bir şey okundu.
kapağı kapattım
kardeşime bakıp ki kardeşimindi kitap" bir daha bu kitabı okumamalıyım " dedim.

daha önce kendimce tattığını hissettiğim bir duygu anıların içinden , kalbimin tam ortasından, beynimin tüm kıvrımlarından fışkırdı.
kocaman bir eksiğin var dedi, senin kocaman bir eksiğin...

kulağımda birden "eksik bir şey mi var hayatımda" duyulmaya başladı o an. tesadüf, kader, hayatın cilvesi, hayatın ibneliği artık adı her ne ise o oldu. eksikliğin var dedikçe içim şarkı pc de dönmeye başladı.
gözümdeki yaşı sildim
gülümsedim
hayat en acımtrak ve klasik isyanımı yaparken beni gülümsetmişti yine

ha ne diyordum, cahillik...
keşke bir çok şeyi bilemeseydim. yaşanmamışlık dolu olsaydı içim.
o zaman bir şarkı bir kitap bir şiir bu kadar uyandırmazdı içimi. içim uyurdu bir masalın baş kahramanı olurdu. iyi olurdu sanki...


kendine dert arayan ben, buldum onu bugün. eksiğim bugün. eklikliğim var

anı biriktireyim derken çöp toplamak

bir teneke kutunun anısı ne olabilir ki?
nedir bir kağıt üzerinde duran yazıyı başka bir deftere kaydetmek yerine o kağıdı saklamanın sebebi?

yıllar öncesinden kalma bir alışkanlık bir hastalık bir eylem benimkisi, sebebi ne bilmiyorum ama bazen düşünmüyor da değilim. insanoğlu sebepsiz iş yapmaz diyorum ama bulamıyorum...

ortaokul dönemindeydi, bir küçük dolabım vardı odamda. içine ne varsa tıkıyordum bizimkilere göre. oysa o ilk alınan karıkatür dergisiydi, o ilk alınan blue jean , ilk poster falan filan...

cumhuriyet'in 75.yılında ankara'ya gitmiştim . meclisin önünde 1 saat bekletilince sıkılıp dilenci gibi önüme açtığım mendil, orada dostlarla ilk kez gidilen bir şehrin ilk kez gidilen bir mekanında içilen kola kutusu, müze bileti ... ve daha bir çok şey o günden mesela bir yerlere tıkılıydı uzun bir süre.

üniversite yıllarımda daha bir abarttım ben bu olayı. mesela erkek arkadaşımın aldığı çicekleri hiç atmıyordum yurtta oda çicek dolmuştu. yatağın kenarına koyuyordum önce. ağzıma böcekler gelmeye başladığı an onları atmanın zamanı geldiğini anlamış olsamda bir kaç tanesini kurutmaya çalışıp saklamıştım. hatta onları söylesem inanmaz geçen sene attım.

uzun uzadıya her sakladığım şeyi anlatmayayım. ama ortaokulda başlayan bu onun anısı var bunun ilk olma özelliği var derken evi bazılarına göre artık çöp olan şeylerle doldurmaya başladım. önceleri annem gizli gizli odayı temizlerdi. sonraları odayı paylaştığım kardeşim yapar oldu bu işi. anılarımı çöp diye toplar atarlardı. şimdi oda ikiye ayrıldı bir yanda derli toplu kardeşim bir yanda her şeye bir anı deyip toplayan ben.

ilkokulda kullandığım kalemler durur hala mesela küçücük kalmalarına rağmen
ne yapacaksın onları ? diye sor hiç. sadece anı işte onlar, saklıyorum. belki çocuğum olur ona gösteririm ne bilim...

ama geçen gün fark ettim ki ben bazen bu işi abartıyorum ve resmen çöp yığını içinde yaşıyorum. sonra bir tv haberi geliyor gözümün önüne. yalnız yaşayan bir kadının evinden gelen çöp kokuları...

acaba anı toplayayım derken çöp mü biriktiriyorum yoksa üşenmekten çöpleri atmaya kıyamayıp anı mı yapıyorum onlardan?

işte bu soru geldi sabaha karşı 5 gibi...

nedir benim biriktirdiğim beynimde, odamda, evimde, içimde?
çöp mü anı mı? yoksa olmayan şeylere değer verip anı mı kılmaya çalışıyorum onları?

ah sorular,
beynim bilmem kaç bilinmeyenli denklemlerle dolu ve ben matematikten anlamayan bir sözelci...

12 Aralık 2010 Pazar

takıldıklarımız...

facebook'un çoğu kez hiç bir işe yaramadığını düşünür ama yine de o sitenin içinde saf saf gezinen ve bir şekilde oraya ayak uydurmaya çalışan biri gibi olurum.

gereksiz gruplar, üç yüze yakın arkadaşlarla kocaman yalnızlığın durum bildirileri içinde bir yakın ya da uzak henüz bir sıfatı olmayan ve aslında yıllardır olamamış ama olsa ne güzel olurdu diyebildiğim bir insanın sevdiği bir fotoğraf sanatçısının resimleri altında yazdığı bir kaç cümle sayesinde HERMANN HESSE yi anımsadım. evet böyle bir üstad vardı ve ben ne zamamdır ona dair bir satır okumamıştım.

rastgele karşılaşmıştık onunla daha önce. bugün de yine rast gele ama biraz daha fazla yer edercesine hayatımın içinde...

paylaşmak istedim sizinle de;

"seven biri ne sevdiğine yalvarıp yakarır ne de ondan bir istekte bulunur. sevgi kendi içinde bir kesinliğe, bir olgunluğa ulaşacak gücü barındırabilmelidir. işte o zaman çekilmekten kurtulur, kendisine doğru çeker karşısındakini."

'her insan hayatı, o insanı kendine götüren bir yoldur; bir yol arayışıdır, bir patika izidir. hiçbir insan hiçbir zaman büsbütün kendisi olamamıştır; yine de herkes bu uğurda çabalar, kimisi dambur dumbur, kimisi ışıl ışıl, herkes nasıl bilip yaparsa. ''

''o gün uzun süredir ilk kez oturup ağladım. içerleyerek,kızarak gözyaşları akıttım bu insanlar için; yaşam ve sevgi için gözyaşları. ayrıca kendim için de daha bir sessiz, daha bir el altından gözyaşları akıttım, bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayan, hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan benim, kendim için.''

'..yaşam bir hesap sorunu değil, bir matematik formülü değildir, bir mucizedir.ömrüm boyunca da bu özelliğini yitirmemiştir.; her şey dönüp dolaşıp yeniden çıkmıştır karşıma, aynı sıkıntılar, aynı sevinçler, aynı ayartılar. her zaman başımı aynı taşlara vurmuşumdur, aynı devlerle savaşmış, aynı kelebeklerin peşinde koşmuşumdur, aynı konum ve durumlar tekrarlanmış, öyleyken karşımda hep yeni bir oyun bulmuşumdur, yine her zaman güzel., yine her zaman tehlikeli her zaman heyecan verici. binlerce kez taşkın davranışlarda bulundum, binlerce kez ölesiye yorgun düştüm, binlerce kez çocuk oldum, binlerce kez yaşlı ve serinkanlı ve hiçbiri uzun sürmedi, her şey dönüp dolaştı çıktı karşıma ama hiçbir zaman öncekinin aynısı değildi....'

" hayat her çağırdığında, yürek kimseye yakınmadan, yeni başlangıçlar için kendine cesaret verebilmelidir.....hafiflikle basamak basamak geçmeliyiz her yolu. hiç kimseye anayurt gibi bağlanmadan...haydi o zaman yüreğim, ayrılığa, yolculuğa hazırlan ve iyileştir artık kendini. "


"kimseye yakın durmuyorum, çünkü birini hayatına almak terk edilmeyi bekleyişin başlangıcı oluyor. bir kez kaçar uçurtman, sonra gökyüzüne küser insan.."

9 Aralık 2010 Perşembe

edip cansever

bu şiirleri biliyorsunuzdur mutlaka ama paylaşmadan edemedim... yakında üzerine konuşacağım kendimce


cemal'in iç konuşmaları/ı

bir şeyler çiziyorum buğulu cama -ben-
cemal'in ıslak sesi
kayıp gidiyor buğulu camda
-bir sabah yağmurunun en küçük tanımıysa
şu benim sesim-
çizip çizip siliyorum sesimi
birden odayla dışarısı birleşiyor
ve birleşir birleşmez
çıkarıp cebinden büyük aynasını gök
bir istasyonda yolcularını bekleyen
insanlar gibi hafifçe gülümsüyor
bana
elimi sallıyorum içimden
buruk içimden
belli belirsiz.
yaşlı bir çocuğum ben, çocukların en yaşlısı
ağzımda sakız tatlısının hiç eksilmeyen tadı
sevilince kendimi tadıyorum bir de
kendime dönüşüyorum
-ah içimin derin rengi
yoğun kokusu-
biraz önceydi
yalova'da bir oteldeyiz
çok büyük bir oteldeyiz -hepimiz-
çiçekler var -çok büyük- ağaçlar gibi
kırmızılar uzun, uçsuz bucaksız
sonra bir vapurun bayrağı
görmüştüm
annemin yakut yüzüğü
görmüştüm
ben herkesin oğluydum o zamanlar
kalabalıktık.
elimi buğulu camdan çektim
saçlarım doldu yüzüme
saçlarım neden böyle uzun -kimbilir-
sevmiyorum hiç
yalnız yapıyor beni
hem niye
herkesin özlemi benim özlemim değil ki

az konuşuyorum bu yüzden
tenhalarda duruyorum
sanki yaşamım benim
önce bir susuzluk vakti
-suyu musluktan içiyorum sık sık
kimseye göstermeden
böylece
hiç mi hiç bitmiyor içmem-
nisanın ıslak sesi
-kocaman bir gül haziran-
gelip gelip vuruyor
uzaktan bakıyorum
kış aylarına bakar gibi
kirli
çift kollu bir lambaya benziyorlar
seniha teyzemle annem
bezik oynuyorlar gene
masada rakı sürahisi -dilim dilim ve renkli-
tabakta solgun meyvalar
-sanki kimse birbirine bir şey demedi-
ve
suyu çekilmiş portakallar portakallar
-ne? ne zaman? şimdi unuttum
büyükannemin ölüm saati-
ester vazoya çiçekler yerleştiriyor
pembe sesiyle
-baharı yerleştiren bir tanrının elleri-
kokusunu duyuyorum uzaktan
hayır, kokusunu düşünüyorum
benim olmayan kokular..
insan kendi kokusunu bilir mi
bilmem
bilemez
ama annem ester'in
ester'se annemin kokusunu biliyordur
sanırım bazı kokular da duyulmaz, görülür
ben gördüm
işte şu karşıki bahçenin kokusu
toprakla güneş karışımı bir koku
ben gördüm
büyükannemin ölüm kokusu
gördüm ben
sonra annemi bir kokuda gördüm iyice
seniha teyzemi de
çok ağır bir kokudan gelmiş oluyor teyzem
muhassen'den döndüğü zaman
o evden
işaret parmağına benziyor bazı kokular
gösteriyor gösteriyor gösteriyor
demin yanından geçtim
bugün başka türlü kokuyor ester
dudağımı kanatan balık gibi değil
baharda kar yağar mı, öyle kokuyor
kapısını ilk kez açıp da
içeri giriliveren
yeni bir ev gibi kokuyor
bin türlü kokuyor bugün ester.

(çok geniş bir çayırda yürüyorum yürüyorum
ezilen otlar gibiyim
ezilen otlar gibiyim ayaklarımın altında
kendi ayaklarımın
nedense bu böyle hoşuma gidiyor.)


cemal'in iç konuşmaları/ıı

odamın penceresi yok -daha iyi-
kendime bakıyorum ben de
kendimden sarkmış kollarıma
kendimden damıtılmış gözlerime
-bakmıyorum, duyuyorum onları sadece-
böylesi iyi, çok iyi
kapıyı kilitledin -kapımı-
salonda gürültüler, ut sesleri
muhibbe gelmiş olacak burgaz'dan
birkaç kere gördüm
şişmandı çok, beyazdı
saçları mavi gibiydi -öyleydi-
maviler saçları gibiydi
açık denizlere benzerdi
ve yüzü
ibrişimlerle dolu
gizemli bir dikiş kutusuydu sanki
geçen yaz denize girdiğim günler..
anımsıyorum
ne vardı ortalıkta maviden başka
sadece bir martı -o da maviyle beslenen-
gördün mü demiştim kendi kendime
mavilik de çocukluk gibi
unutulmayacak hiç.
evet, muhibbe
parası bitince gelir bize
bir iki gün kalır gider
sabahtan akşama ut sesleri
rakı sofraları
yüzünde, göğsünde, ellerinde
dışa kaymış ibrişimler
ek: bir fayton sesinin sessizliği de
ölümü anımsatan bana
ölmüştü -büyükannemdi-
ölü yıkayıcılarını görmüştüm ilk defa
dudakları yemyeşil biri
-karıştırıyor muyum yoksa
bir sirk afişindeki adamla-
seslenmişti, anımsıyorum
hiç değilse pedikürlerini silin!
sonbahardı.
odamın penceresi yok -iyi ki yok-
konuşuyorum kendimle
cemal! herhangi bir mevsim anımsar mısın
yaz aylarının dışına kaymış
biraz
içinde sevgilerin soluk aldığı
anımsar mısın
ve yazlar yuvarlak mıdır cemal
oval mıdır
çizgi çizgi midir yoksa
herkes bir yerlere gider
bir yerlerden gelir de ondan mı
gelinciklerle tuzlu suyun sevişmesi miydi
ne dedin
sen öyle bir yere gittin de ondan
geçen yaz
sürdün dudaklarına gelincikleri, sürdün sürdün
iri bir ruj lekesine benzetinceye kadar

sonra da öptün kendini, öptün öptün
orası neresiydi, unuttun şimdi
adsızlığa çok yakışan bir yerdi.
akşamüstlerinin bir çıtırdısı vardı cemal
var mıydı
belli belirsiz -anımsar mısın-
bir atlıkarınca gibi dönüyordu deniz
gündoğusundan günbatımına
aynaya baktındı durup dururken
oteldeki büyük aynaya
gözbebeklerin kırmızıydı -bir an-
dönüyorlardı boyuna
çıkarıp attındı onları
denize attındı, anımsa
bir çift balık olup geri döndüler
ruhundaki külleri yaktılardı.
ut sesleri kesildi, iyi
uzaklarda bir fıstık çamı yarıldı ortasından
bir kuş ölüsü düştü -sanki-
bölündü sesler de
bir faytonun sessizliği de bölündü
dudaklarını açtın kapadın
çekilmiş ağlardaki balıklar gibi
birden gelinciklerle doldu dünyan.

insan iki kişi olmalı, değil mi
en azından iki kişi
sen yalnızsın
yalnızlığın her zamanki ikindisi.

(yürüyorum yürüyorum otlarımın üstünde
ezile ezile ben
bir şeyi ilk defa duymanın belirsizliğim
yavaşça ataraktan üstümden.)


cemal'in iç konuşmaları/ııı


ben mi konuşuyorum -cemal mi-
tanrının taşları mı konuşan
birbirine geçmiş sımsıkı
yollar boyunca uzayan uzayan.

kurtuluş'tan çok uzaklardayım
birbirimizden çok uzaklardayız
çok yakınız birbirimize -tekdüze günler-
ester parmaklarını geçirmiş kalbine
yeşim taşlı iğnesini yoklar gibi
-sıkıştırılmış bir sandviç sesi-
sürekli anneme bakıyor
annemse bir elinde rakı kadehi
ötekinde kâğıtlar
oyun kâğıtları
teyzeme bakıyor sürekli
teyzemse yaratılmakta olan bir anıya benziyor
bakışları anlamsız
gölgeli
kendine bakıyor olmalı
ne tuhaf, herkes bir yerlere bakıyor
hiç kımıldamadan
bir ışık parçası düşüyor annemin yüzüne
arada kovmak için elini sallıyor yalnız

-dalgınlık, başka değil-
neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz
neyi bekliyoruz, bilmem ki
kapı mı çalınıyor ne -gidip açıyorum-
kimse yok
peki
nasıl karşılanır yok olan bir şey
karşılıyorum
birlikte salona geçiyoruz.
oturuyoruz karşı karşıya
yok olan şeyle ikimiz
sarı koltuğa çöküyor o -her şey sarı zaten-
ben kahverengi koltuğa oturuyorum -her şey kahverengi-
kimse görmüyor bizi
göremezler ki
uçup uçup konuyoruz yerlerimize
bir konfeti demetinden kopmuş gibi
düşlerimizden .saçılmış gibi
iyi eğleniyoruz yok olan şeyle ikimiz
sigarasını yakıyor o
iyi, yaksın
bardağına cin koyuyorum
ağır ağır içiyor
her şeyin tersini taşıyor yüzü -sanki-
ve taşırıyor
-bir şair de olabilir, bir ermiş de-
yürüyor pencereye doğru
geri dönüyor
birden
çaydanlıktan ayaklarıma dökülen
kaynar suyun acısını geri getiriyorum
ve öperken dudağımı kanatan balığı
ve hemen unutuyorum
ben unutur unutmaz
gümüşle altın karışımı bir tramvay geçiyor caddeden
pırlanta kolyeler açıyor ağaçlarda
şehrayinler dönüyor katlarında beynimin
ışıklar ışıklar içinde atlıkarıncalar
anlıyorum
gezintiye çıkmış mutluluk o
o, yok olan şey
büyüyünce bulacak
büyüyünce sevecek beni
yeniden çalınıyor kapının zili
açıyorum
sık sık çalıyor
açıyorum açıyorum
bembeyaz bir alan oluyor mutluluk
bembeyaz bir kalabalık
gittikçe uzaklaşıyor annemle teyzem
iki tek nokta gibi
kalıncaya dek.

bağırıyorum bağırıyorum
beyaz çimenler, beyaz çimenler!
yok oluyor düş
yok oluyor sanrı.

ikaros'um ben
kimse artık beni görmüyor.

babe




Babe, don’t worry, babe
You know that I can love you more than this
No, oh please don’t go
This world is asking for a happy couple married
Married and then bored

You have never loved me like the way I do
It was summer, more than any truth
You have never called me just to hear my voice
Bloodiness and numbers burning in my mind
It is summer turn me into ice
Please don’t look at, look at me in the eyes
Oh please don’t look at me

My baby, your favorite baby is gone
Swim away from me, I have no time to call

Babe, I’m right here, babe
You know that I can’t hate you more than this
No, oh please don’t go
This world is asking for a happy couple married
Married and then bored

Sunny baby it's over let it go


deniz'im sayesinde tanım bu şarkıyı. ve o bilmiyor ki ilk tanıştırdığı günden beri dinliyorum. ve hatta kadın en diyor bilmeden acı çekiyorum.
acı cekmeyi sevdiğimi de iliştirmek istiyorum buraya. çünkü bu ara dövesi var beni acı cekiyorum dedikce

neyse şarkıyı dinleyin, seveceksiniz. sevin hatta ulen

senin için değil

eskilerden bir gün geldi aklıma dün. annemle pazarda geziyorduk tek derdimiz domates alsak mı almasak mı? şu marul mu yerliydi diğeri mi?

ama birden geldi işte aklıma. belki de yanımdan geçen kızla çocuk sebep oldu. sevmiyordun bence demişti kız...

bir an bir cümle birden yok oldular...

neyse gelelim bana. nedir sevmiyordun bence sözünden bana arta kalan?
son ilişkimi andım birden.arkadaşımdı.bir buçuk yılı yok saymıştık bir gece içkiliyken onun ben seni seviyorum demesiyle. daha önce hiç o gözle bakmadığım bir adamın boynuna sarılmıştım. sonra biraz zorlamayla başlamıştı bir şeyler. daha önce hiç sevgili adayı gibi bakılmayan bir adama seni seviyorum demek pekte kolay değil.
sırf o istedi diye niye başladım bilmiyorum. belki de bende istemiştim. yalnızdım. kendimce sevgi açlıklarım vardı ve doyurulması zordu bu yanımın. beni bilen tanıyan deli bir adamdı. ben de deliyim hehehe diye gezinen bir salak

neyse burası özel, gereksiz bilgiler...
ilişki zordu başında olduğu gibi değildi. bir şizofrenle aşk nasıl bir şeydir ancak yaşayanlar bilir.
bir çok kez herkes gibi bende önce kendimi iyi taraf gibi gördüm. o şizoydu canımı acıttı bak ondan sonra kimse olmadı dedim durdum uzun süre. ama bak işte yolda yanımdan geçen o kızla çocuk sayesinde birden içime kurt düştü.
çokta iyi bir kız arkadaş değildim belki de
neden mi? gelelim onunla bir diyalogumuza

çanakkale filika adlı bir mekandayız. üst katında enfes bir manzara. iskele, fener, kilitbahir görülmekte.
yanyana oturuyoruz. benim yine birşeylere zaman ayıramayışım sorun." önce okul sonra kütüphane sonra ben sonra ev . üçüncü ben oluyorum hayatında" diyor bana. bende kendimce açıklama yapıyorum .
ama okul önemli ama şu önemli " ama ben buraya okul için çıkıyorum evden,SENİN İÇİN DEĞİL"
"senin için değil" cümlesi nasıl bir ses tonuyla çıkıyor ağzımdan.
senin için değil.
msn de webcamı kaparken bile gülümsemeyişim sorun olurken bu ses tonuyla senin için değil cümlesi nasılda yaralamıştı ve nasılda sorun olmuştu onun için kim bilir.

konuşmanın sonuna doğru " sen beni sevmiyorsun. belki seviyorsun ama benim kadar değil,ben sevgini hissedemiyorum" demişti. bende kızmış, gözlerimi kocaman ,ki bu onun en sevdiği halimdi, açarak söylenmiştim.sevginin varlığından şüphe edişi canımı sıkmıştı ama sormamıştım işte ne neden oluyor bunu düşünmene? diye...

allahım ne lanet bir karıymışım o zaman. evet tek derdim makale, okul bilmem neydi? ve ben onun şizofrenik hallerine kafayı takmış , yaptığı her yanlışa rağmen yanında olduğum için bana teşekkür etmesini bekliyordum. ve hatta başka kişilerin çok sabırlısın deyişinde gururlanıyordum. allahım ne salak mışım

sevgiyi hissetmemek ne kötü şeydir oysaki, sevildiğini anlayamamak. ve ben ona bir dönem bunu yaşatmıştım.görüştüğümüzde buz gibi oluyordum , çünkü lanet bir makale kafamda olurdu ya da buluşmadan önceki gün ya da akşam bana ettiği hakaretler, küfürler , yanlışlar kafamda gezinirdi. ilişkinin bir yerinde sadece ben ağlardım o söylenirdi. ve filika'dan sinirle kalkardık. ilk gittiğimizde feneri görüp altında ilk içişimiz geliyor gülüyorduk. ama sonra hiç görmedik feneri. zaten birbirimizi bile görmedik sanki.

bazen bunu yapıyorum işte. sevgimi belli edemiyorum.etseydim şüpheye düşmezdi, hissetseydi bana zarar verdiği zamanlardaki paranoyaları olmazdı. onu suçlamak yerine niye kendime bakmamışım ah işte onu bilemiyorum şimdi.

keşke okusa bunu diyeceğim ama gerek yok.
güzel bir ilişkisi var.dostların "ah kız sana çok benziyor" cümlelerine sadece gülüyorum.

bu bir geç kalmış yüzleşme yazısı oldu sanki.
evet hala yaralıyım. hala birçok şeyi kabul edemeyişim, insanlardan ve kendimden korkuşumun sebebi o.sevginin yalan olma fikrini aklıma sokanda o ve dahası var ama. bilmeden bende ona acı vermişim. geçte olsa anladım ama geç kalınmışlık boğazıma bir şeyler tıktı şimdi.

8 Aralık 2010 Çarşamba

kader' in böyle




yolu yok, çekiceksin.
isyan etmenin faydası yok,kaderin böyle
sonu belli, ey başını usul usul yürü şimdi...


ah nasılda geç kalmışım ben bu filme. niye bu kadar derinlemesine dalmamışım ona?
ilk çıktığı sene izlemiştim oysa ki. ama sonuna gelmeden kapamıştım ekranı. film yok sayılmıştı. zaten izlerken de elim işte gözüm oynaşta sözlerinin hakkını veriyordum.
neyse
geç kalmamışlığı kabul ediyorum şimdilik. ya hiç izlemeseydim.
ah daha neler
geçmişte izlediğim bir çok yarım yamalak film için sıkıntılanıyorum şimdi. acaba ne güzel sahneleri kaçırdım? şimdi yeniden ilk kez tv ile tanışır , sinema perdesinin büyüklüğüne hayran baktığım gün gibi içim... yeniden izleyeceğim filmleri.
hatta kusuncaya kadar, gözlerim yoruluncaya kadar, hatta uykuyu unutup daha çok film diye inleyerek sızım kalmak istiyorum ekran önünde...

o kadar açım , o kadar istekliyim sinemeya karşı
neyse konu bu değildi. kader'di konu. ah zeki sen ne yaptın gibi sanki üstadı tanıyormuşcasına sesleniyorum.
masumiyette bize sunduğunun gerçek hikayesi bu muydu?
ah gerçek
kabul etmeyi göze alamadıklarımız mı acep?
bir başkasını seven bir kadının sevgisini , bizi kabul etmeyişini yok sayıp ömrümüzü vermek nasıl bir şey sorusu içimde.

uğur'a sürekli bir küfür etme isteğiyle doldum filmin bir yerine kadar. sürekli küfür, aynı bekir'in izmir de bir bank üzerinde ettiği gibi hemde. hatta tokatlayarak...

ama değil işte öyle,
bekir ne kadar kör kütük aşık ise uğur o kadar aşık.

her dakika aşkı düşünür oldum. nasıl bir aşk için insan kendini kaybeder?

bir mobilya dükkanında safca oturan bir çocuktan tavernalar, pis dar otel odaları, sarma sigaralar, uyuşturucular içine nasıl düşebilir insan? nasıl olmadığı bir adama dönüşebilir. ve dönüşümleri nasıl hiç bir işe yaramaz?

ah aşk nasıl bir şeysin ki, siliyorsun hayatını insanın bir yerden başka bir hayatı yazarken?

film eleştirmeni şu bu değilim. ama bu ara her film benim bir yerime dokunuyor.çok garip yaa
ah sinema sen perden kadar büyük, gerçek ve ürkütücüsün.

aşkı düşünürken kendimi kaderi düşünürkende buluyorum sonra. birinin kaderinde olmak nasıl bir şey mesela?

kimsenin kaderinde olamadım sanki diyorum ama sonra hayatına girdiğim , hayatıma girenleri düşünüyorum. her şey bir kaderden ibaret miydi? hep kader mi biraraya getirmişti bizi diyorum...

sorularım cevapsız kalmıyor bazen. kendimce cevap buluyorum.
kaldı kı bu ara bazı şeyleri kendime dert etmek için içimdekiyle yarış yapan biri olduğumdan acıyla harmanlayınca kendimi, işin uçu daha kötüye gitmesin diye sesleniyorum sessizce, kaderin böyle, çekeceksin.sus ve yaşa ...

ah acı

acının üzerine yazılmış tüm şarkılara baktığımda (tüm derken orada bir abartı var)niyeyse gizli özne oluyor acı kelimesi. canımdan sonra geldiği görülüyor, gittin canım acıdı misali...

ama bir türlü kahraman olmuyor acı kelimesi şarkı da.hep bir gizlenme hep bir kaç kelime grubunun arasına sıkışma ya da başka kelimelerle varlığını belli etme...

oysaki hayatın içinde bu kadar var olan, şarkılarla bile kendini bize anımsatıp kulaktan kalbe beyne ulaşan bu adi şeyin bu düzenbaz oyunu sabah sabah canımı sıktı.

acıyı sevmek, acıdan zevk almak gibi durumların başkahramanı olduğum hayatımda yine de acının bu fingirdek hali canımı sıkıyor. bir gösterip elletmeme elletsede kendini göstermeme durumu var.
neresiydi burası, nasıldı diye düşünürken yorulan beynim daha bir acıyla doluyor.
sinsi bir düşman gibi acı.

ama en çok düşmanlarımı sever oldum ben. çünkü en gerçek onlar

7 Aralık 2010 Salı

yedinci mühür- det sjunde inseglet

sanatın her dalına bir şekilde sokulma derdinde bir insan oldum hep.

yedinci sanat denilen sinemanın özel olması taraftarıyım. anlık çerez gibi filmlerin sadece insanları anlık doldurma, mutlu etme ya da üzme amacıyla yapıldığını ama onların sanat değil sadece sinema filmi olduğunu ama bazı filmlerin ise eser,sanat, gerçek bir yaratıcılık kelimeleriyle ödüllendirilmesi taraftarıyım

ama böyle dediğime bakmayın. çok film bilmem. izlemişliğim yok öyle binlerce. arada sadece önüme sunulanların tadına bakıyorum ya da bir şekilde o filmler beni buluyor.

kimi dost yüzlü insanlar al izle gör diyor kimisi işte tam senlik diye ikramda bulunuyor.

işte öyle bir tanışma anı oldu det sjunde ınseglet ile entel orjinal ismini yazacak güçlü lisanım yok. yedinci mühür diyelim en iyisi.


ingmar bergman imzalı başyapıt.ortaçağda haçlı seferinden evlerine dönmek üzere olan iki şövalye, sokak tiyatrocusu bir aile ve birkaç karakterin yollarının kesişmesini anlatır.

din, ölüm kaygısı, inanç ve yaşama dair bir çok konuda ayrıntılar, güzel diyaloglar söz konusudur.

1957 yılında böyle bir filmin yapılmış olmasına takıyor bazen insan. bu kadar eksiklikle bu kadar keskin eylemler, keskin diyaloglar...

haçlı seferleri ve Vebanın halkın üzerindeki acınası etkisi sebebiyle Tanrı'dan kuşkulanmaya başlayan şövalye inanç konusunda sıkıntılar yaşamaya başlar. Çok geçmeden ölüm onu da ziyaret eder burada en başta azrailin onun canını alacağını bekleyen izleyici Şovalye kaderine boyun eğeceğine Ölüm'e meydan okuyarak bir satranç oyununa davet etmesiyle şaşırır. kaldı ki yener onu . kaldı ki bu sahne çok etkileyicidir.

bir yandan da birbirini seven küçük çocuklarıyla köyleri dolaşan bir çift veba yüzünden suçlu arayan ve bu sebepten kimi bulsalar kırbaçlayıp yakan din görevlilerini izleyip olan bitene şaşkın bakmaktadır...
acıyla kırbaçlanan kişilerin görüntüleri can acıtıcı.


hayatın anlam ya da anlamsızlığı, dinin varlığı, tanrının adil yada eşit olmayışı, insanların algılama şekilleri üzerine görüntü ve diyaloglarıyla insanı etkileyen film. aslında çok yazacak şeyim var. ama o kadar yoruldum şaşırdım ki izlerken. susup susup yeniden diyalogları düşünüyorum.

azraille santranç oynayamasakta şanssızlığımız ve mutsuzluğumuzu alıp bir okey masası kurasım geldi. 4lüyü tamamlayacak bir dost aranmakta...


5 Aralık 2010 Pazar

ah mandalina vah mandalina 2

bugün kıyıdan adlı programı izliyordum.habertürk kanalında ece temelkuran'ın yayınıydı.
programın sonunda izledim videoyu ve tek değilmişim mandalina ve aşk konusunda dedim.

şimdi de paylaşmadan edemedim: ))))))

klibi yapan arkadaşı bulmalıyım sanki, hayatımın aşkı ahanda orada: )



3 Aralık 2010 Cuma

OLMADI SANKİ GENE , HA

BAZEN NE YAPARSAN YAP YA DA YAPMA ANLA İŞTE
AMA DİLE
AMA OLSUN DE
AMA BENI ALSINLAR DE
DEMELER BAZEN ANLAMSIZ
ISTEKLER KARŞIKLIKSIZ
DILEKLER KABUL OLUNMAZMIŞ


KABUL OLMADI KİLİS VE KARABÜK ÜNİVERSİTELERİNE OLAN BAŞVURULARIM
SAĞLIK OLSUN DER BÜYÜKLER
AMA NE OLUR SİZ BÜYÜK OLMAYIN,
ÜZÜLMEDİM
AMA İÇİMDE BİR MUM VARDI ŞİMDİLİK SÖNDÜ, BURASI KARANLIK SANKİ

AMA HEP SİYAH YOK Kİ DEĞİL Mİ?
GÖK KUŞAĞIDA VAR MESELA

ÇIKAR MI Kİ?
ÇIKMASA DA BİZ GÖREBİLİR MİYİZ Kİ?


NEYSE KÖRLER GÖRMESE DE VAR GÜNEŞ.
BELKİ UMUT VARDIR DA BEN GÖRMÜYORUMDUR.


ÖPERİM AYDINLIK GÖZLERİNİZDEN

yumuşak bir şarkı var , bilir misin?




melodilerin ardında ağlamayı beceren bir kız çocuğu olmak isterken şen kahkahalı bir karı olmaların arasındaki teneffüs şarkısı.


aslında bugün bloguma yazacağım yazı bu değildi
ama bu oldu
ne derler zaten istemek, planlamak bazen gereksiz. bazen bir şeylerin karşılığını alamıyor insan. yaparım dediği olmuyor...
neyse şarkıya dönelim
ne tür seversek sevelim
gözümüzü yumup dinleyelim
ya da açalım bilmem ki
ben ağlıyorum sanki
ama ne var ki göz yaşlarının, gittikleri yerler aynı olduğu sürece

27 Kasım 2010 Cumartesi

herkes gidiyor














durup dururken takıldı bu cümle ağzıma.
herkes gidiyor

giden kim diye sorsan belki bir isim sayamayacağım. nereye gidiyorlar diye sorsan ona da verecek cevabım yok. ama tek görülen herkesin gidiyor oluşu.
sanki çakılmışım buraya, yıllardır kurtulmak istediğim topraklara kök salmışım ve herkes giderken kalan olma görevim en afilli etiketlerden olmuş bedenimde, ruhumda...

insanlar gidiyor benim hayatımdan...
sonra şehir değişiklikleri oluyor ya da...

kalan hep benim. hayatımdan gidişleri daha keskin gibi.
onlar biz gidiyoruz derken ardından bakan gözü yaşlı kız bile olamıyorum.
sadece güle güle diyorum.o kadar...

bak gene herkes gidiyor.
eğer bir liman varsa bu yakında kalkan gemilerde ben yokum
herkes gidiyor...

gitsin bir ben varım gene benle...





26 Kasım 2010 Cuma

ah mandalina vah mandalina


ah mandalina vah mandalina
sen ne garip bir meyvesin ve neler yapmaktasın bana
anlamlar yüklüyorum gene bir şeylere ve anlamsızlıkları çekimlendiriyorum.yeni yeni edebi diller...

ne oldu gene bakım deme bana ya da de . bir yandan elimdeki mandalinayı soyayım bir yandan anlatayım.

13.12.2009 tarihinde itü sözlüğe şöyle bir itirafta bulunmuşum;

bu ara sapık gibi devamlı bir sevgilim olsun ve ona mandalina soyayım istiyorum. tek hayalim bu oldu. böyle ben mandalina soyayım o bana gülümseyerek baksın. sonra ağzına tek tek mandalinaları tıkayım istiyorum. ayrıca elma soymak istiyorum ona, elma dilimini bıçağın uçuna takıp ona uzatmak istiyorum. adamı elimle besleyesim var ya. o kadar yani. sanırım yalnızlıktan sıyırıyorum.

o itirafı yapıp kurtulurum sanıyordum içimden, istediklerimden.
ama olmadı. kış bitinceye kadar, oda da üşüdükçe, meyve yedikçe hep bunu istedim

günlerden bir kasım günü yine yıllardan 2010
gene elimde bir mandalina. hatta pc nin bulunduğu masanın üzeri bir 4-5 mandalinanın kabuğuyla dolu.

ve gene o istek yüklendi içime. elimde bir mandalina. soyuyorum , tertemiz ediyorum. sonra uzatıyorum dudaklarımın arasına. ama bir yanım bu ağız benim ki olmamalı diyor.
gene bir anaç tavır yüklü içim.
biri olsa bak mesela şimdi, buraya bir şeyler yazmak yerine soysam mandalinayı al ye desem. hatta öylesine salak saçma konuların içine dalsak...

ama bu sadece mandalina soyarken içime geliyor. onun dışında bir eksikliğim yok. tamım ben.
ama şu mandalina yok mu
ah şu mandalina


mandalina seven insan aranmakta bu ara: )










25 Kasım 2010 Perşembe

Öp şu ağzımdaki kanı

sil şu ağzındaki lafı
ettiğin yemini de
yarım kalmışlar gibi
arsızım sevişine

etimizi bir etmişler
sanki küfür eder gibi
acıdıkça gülüyorum
bilemedim ben bu işi

bizden bir yol olmaz
yırtık kalp dikilir mi?
bak yine bombok olduk
seviyorum seni

koysan koysan
ağzımın ortasına koysan
sonra ben sana sarılsam
sevişsek aylar susar
her şey bıkar
seninle sonbahar gülleri gibi
Çürürüz olur biter

Öp şu ağzımdaki kanı
sildiğin resmimi de
tükürdükçe yalar olduk
sıkıştım denizlere

gele gide yara olduk
sarıldıkça kaçar gibi
bakarken özlüyorum
bilemedim ben bu işi

bizden bir yol olmaz
yırtık kalp dikilir mi?
bak yine bombok olduk
seviyorum seni

koysan koysan
ağzımın ortasına koysan
sonra ben sana sarılsam
sevişsek aylar susar
her şey bıkar
seninle sonbahar gülleri gibi
Çürürüz olur biter
kururuz biter
seninle sonbahar gülleri gibi
Çürürüz olur biter
atarız gider
seninle sonbahar gülleri gibi
Çürürüz olur biter


bugünün şarkısı oldu gene, yıllardır kullandığım şu avatar da çıktı ortaya...
içimdeki deli karı gene saldırgan, vahşi.
şimdi bıraksan dilimi deldircem. peltek peltek konuşcam
düşün o kadar saçmaladım.

yalnızım len. gene onu anladım bugün. eskiden çok insan var ama çok yalnız olurdum. ama bu ara insan da yok. herkese hayır hayır diye diye uzağa attım. şimdi uzaktakilere el sallamaya kalksam, dürbünümüm bozuk oluşu şanssızlığıyla yüzleşiyorum
neyse en iyisi athena pis dinleyelim...

öp şu ağzımdaki kanı ulennnnnnn

eli bıçaklı kadın



bayram geldi geçti...
ve bayramdan tek hatıra ahanda " elleri kanlı bir kadın " olabileceğimi anlamam.

keskin bıçaklar, kısa süre önce dünyayı terk edip, dini bir ibadet adına kurban olan canlıyla başbaşa kalışım pek bir komikti. evin kızı, baba yokken kessin, anneye yardım etsin cümlelerini sahiplendim, cümleleri emir kabul ettim. aldım elime bgıçağı, sanki her gece kesiyorum bir koçu...
etleri kemiklerden ayır, sonra parçala, poşetle , kimisini kavurmalık kare kare kes...

kestikçe zevk aldım. kan dökmekten niye keyif alır insan?
itiraf ediyorum iki parça eti keserken iki kişiyi düşündüm. ve daha bir zevkle dilimledim.

içimdeki vahşi saldırgan ortaya çıktı. ne güzelmiş leş gibi kokan eti kesmek
alakasız belki ama şimdi daha iyi anlıyorum , insanlar öldürdükleri insanları nasıl bir cesaret ve zevkle büyük bir soğuk kanlılıkla kesiyor.

arada elimize bir bıçak verseler, sözlerden daha keskin bıçaklar...
ve kessek birbirimizi.
kanımız akar mı? akan kan bizi tutar mı?

17 Kasım 2010 Çarşamba

bayram notu, dileği ,mesajı falan filan

bayram gelmiş neyime diyorum bir yandan
bir yandan bahcede bulunan koç'un sesinin acılı melodisi içimde... kan dökmenin nasıl bir şey oldugğunu düşünüyorum


bir deli olarak, her günü deli tadında yaşadığımızdan yarınların pek bir özelliği yok gibi olsa da bayramları değerli kılmaya, akraba ziyaretleri, arkadaşlarla buluşmalar, tatlı tüketme, hoş sohbetler yapma, işsizliğime dair sıkıcı konuşmalar, ah ah evde kaldınlara sadece gülümsemeler... ve daha bir çok şeyi yaşayacağım. siz ya daha güzel ya daha beterini yaşayacaksınız bilemiyorum

ama iyi dileklerim var size
hepiniz çok uzağımdasınız. mesela bayramın ikinci günü gerçekleşen arkadaşlarla bayramlaşma seansında yoksunuz ne yazık ki

oysaki her birinize kendi elimle yaptığım tatlıyı ıkram etmek ısterdım. ya da kahve ikram edip dostlugun kırkıncı yılını bahçeli'yi de anarak ve gülerek kutlamayı...

uzatmak istemiyorum pek.
anladınız zaten.
sizi seviyorum. bazılarınızı pek iyi tanımıyorum belki ama tanımadan da sevmeleri, görmeden de her noktanızı keşfetmeyı seviyorum biliyorsunuz

tanımak güzel sizi
hadi iyi bayramlar
sonu olmadı sanki ama kafam dagınık, bılırsınız az cok benı

bir başka bayram ne olur bulusalım
sızın oldugunuz sehre geleyım olmadı.
bayramlaşmak güzel şey, siz bırakın "kan döküldü ay ay cani bunlar"," din mi bayram mı neyıme" laflarını...

bayram demek böyle çocuksu yanlarımızı cebimizde taşıyıp oturup sohbet etmek...

iyi bayramlar
sevgilerimle

10 Kasım 2010 Çarşamba

sisters

bugün sadece bu şarkı var. dinlemelisin sanki...





when all are dizzy and happy from too much wine
i leave the party behind
to be alone with my thoughts and this spinning mind
through this cold night
but there she stands

and she walks like you
and she smiles almost like you
a child of the wild just like you
yes.

for a second i think i get a glimpse
of the real her, behind
she's warm and fragile
with smiles that reach to her eyes
but just this moment,
a change so sublime

if she looked me deep into my eyes
and softly asked me too
i'd be in her bed and in her flesh
and waste a life i knew

so i hold my breath and close my eyes
and focus on the wine
let this trembling moment pass us by
so i could say goodnight

but then, an impulse
i almost touched her face
before i pulled back my hand
and we get nervous
we laugh and she spills her wine
both so awkward, for what's on our mind

and she talks like you
and she smells almost like you
a child of the wild just like you
but she's not all you
even strives not to be you
just like every sister would do

and perhaps it's the want
of you in her eyes
but i want her this one single time
...just this one time

if she looked me deep into my eyes
and softly asked me too
i'd be in her bed and in her flesh
and waste a life i knew

so i hold my breath and close my eyes
and focus on the wine
let this trembling moment pass us by
so i could say goodnight

if i'd looked into her eyes
and softly asked her too
she would give herself and give her flesh
and waste a life she knew

so we hold our breath, and close our eyes
and take a sip of wine
but this thirst has emptied every glass
and we should say goodnight

god, help me say goodnight.

7 Kasım 2010 Pazar

the dreamers







bernardo bertolucci'nin 2003 yılı yapımı, 68 kuşağına dair yaptığı bir film şeklinde basit bir tanımla geçiştirdiğim ama aslında izlerken delice keyif aldığım, sadece müzik ve görsel bazı ayrıntılar için bile tekrar tekrar izleyebileceğim film. aslında filmi 2004 de izlemiştim ama 6 yıl sonra yeniden canlandı içimdeki o filmi izleme isteği. belki hey joe adlı şarkıyı sevmemden kaynaklanıyor bu yada başka bir sebep var bilemiyorum şimdi.


film sinema tutkunu üç gencin sinema salonunda karşılaşıp daha sonra tanışması ve birarada yaşadıklarında ortaya çıkan bir sürü karışık kendi içinde olağan durumları anlatan film .ikiz kardeşlerin fransaya eğitim için gelen amerikalı bir gence evlerini açmaları yanında kendi içsel oyunlarını ve birlikteliklerine de onu dahil etmeleri üzerine gelişen her şey insanı belli yerlerden yakalşıyor. ikiz kardeşlerin birbirlerine tutkusu aşkı, isteği, arzusu, cinsel yakınlıkları daha sonra onlara katılan bu amerikalı genç ile daha büyük bir oyun haline geliyor. o kadar ki oyunlar üçünün o kadar hoşuna gidiyor ya da gidiyoprmuş gibi yapıyorlar ki eve kapanıyorlar. sokaklarda olanlar umurlarında olmuyor.





bilindik bir kaç şarkı çalıyor en güzel sahnenin içinde insan donup kalıyor.
izleyen bazı kesim için sürekli birbiriyle sevişen cinselliğin cıplaklığın insanın gözüne sokulduğu film gibi düşünülse de şahsım için acayip keyifliydi film. kızın venüs halinde olması,ünlü üçlü küvet sahnesi, küvette iken karşılarındaki aynadan üçününde yansıması, ve küvetin içinde amerikalı gencin sevgiyi sorgulaması...





bir çok kişi filmin şak diye bittiği konusunda hem fikir ama bence şarkılarla film öyle güzel bitiyor ki, soru sormanın anlamı kalmıyor.
topluma göre çarpık, saçma ,sapkınca olan ilişkileri ortaya çıkmış,sevgi anlayış ve arayışları farklılaştığında sokağa atıyorlar kendilerini. sokaklar isyankar kaynamakta. ve bir yol ayrımı...

filmin sonunda edith piaf ı duyuyoruz e aslında filmin sonunu ne de güzel dillendiriyor;
hayır pişman değilim ne iyiliklerden , ne kötülüklerden. çünkü hepsi aynı benim için...





5 Kasım 2010 Cuma

begotten




sanat nedir? sanat ne içindir bla bla bir çok soru hala cevapsızken sinemanın ne kadar sanat içinde olduğunu da irdelemeden edemiyor insan. bazı filmler var ki canım, sadece çocuğa verilen ucuz şeker gibi. sırf sussun diye ağzına sokulmuş... kaldı ki "böyle filmlerin varlığı sinemanın sanatsal duruşunu nasıl etkiler bunu konuşmak lazım birileriyle" diyerek konuyu aslında sinemanın tarzları üzerinde gezintiye çıkmak isterken " gore" tarzına takılıp kalan biri olma yolunda ilerleyen biri olarak okuyan , okumayan bir gün belki bu yazıya göz atacaklara BEGOTTEN adlı kimine göre "insanlığın masumiyetine tecavüz eden " kimine göre sinemanın deneyselliğinin ilk yapıtı olan kimisi için siyah beyaz bir kült film olarak görülen eserden bahsetmek istiyorum.

1991 edmund elias merhige yapımı 75 dakikalık film ya da sürrealist görüntülerin birbirini kovaladığı bir görsel malzeme...

yaradılışı kendi düşünceleri arasında bize anlatan yönetmen filme ;
"language bearers, photographers, diary makers
you with your memory are dead, frozen
lost in a present that never stops passing
here lives the incantation of matter
a language forever."

"like a flame burning away the darkness
life is flesh on bone convulsing above the ground." sözleriyle başlıyor ki o sözlerin geçişi filmin ben geliyorum geliyorum ulennnnnnn diye haykırışları gibi.

diyalog yok, film müziği de aramayalım en gotiğinden. bazen insanı rahatsız eden bir sinek sesi, sazlıklar, börtü böcek ve biraz su sesi sanki...

film de tanrı, toprak ana,insan ve başka yaşamlar var. o başka yaşamların mamına koyasınız geliyor , küfürler sacasınız geliyor filmin sonuna doğru, kaldı ki onlar size koyuyor, onlara bişi olduğu yok.

daha filmin başında iç organlarını garip bir aletle deşip kendini öldüren, bir tanrı; size ne oluyor lan tepkisi verdiriyor. siyah beyaz olduğundan adam neyi kesiyor nasıl kesiyor anlamıyorsunuz ama o elinin hareketi feci etkiliyor izleyeni.

kendini öldüren tanrı'nın cesedine önce oral yapıp, ardından spermlerle kendine mastürbasyon yaparak hamile alan toprak ana, yüzündeki maskesi ve başı yukarı bakar şekildeki haliyle bir sürü soru işareti sokuyor kafanıza.

toprak ana ve kendini öldüren tanrı'nın çocuğu olarak dünyaya gelen insan'ı görüyoruz ki ahh o evladcığın başına gelen belki de bir şekilde hepimizin başına geliyor başka formlarda.

ve son olarak da, oğlunu korumaya çalışan toprak ana'ya tecavüz edip onu parçalayan diğer yaşamlar var ki demiştim değil mi onlara küfür ediyoruz ama işe yaramıyor diye...


rahatsız bir film, görüntüler siyah beyaz olduğundan anlaşılır gibi değil. ben buna 1 saatimi vermem diyebilirsiniz ama bence hiç olmadı youtube de begotten adı altında bazı metal grupların şarkılarının klibi halinde kullanılan görüntülere göz atın. seveceksiniz

3 Kasım 2010 Çarşamba

haiku

16. yy da ortaya çıkıp 17-19. yüzyıllarda gelişen, üçlü dizelerle yazılan konusunu genellikle mevsimlerden, yılın ilk ayından, doğadan ve insandan alan lirik bir japon şiir tarzıdır. Birinci ve üçüncü dize kendi arasında kafiyelidir diyor wiki haiku için.

bundan bir ay önce kadar, bir yakın arkadaşın şairlerden, şiirlerden açtığı konuda; şiirin basit bir şey olmadığını, şiir yazmak için büyük uğraşlar gerektiğini dillendirirken, arkadaşın haiku'dan bahsetmesiyle bu kelime, bu tarz kafama bir çizik atmıştı. kafam çizik içinde kalmıştı hatta o gün. filmlere dalmıştık ve bir başka yazının konusunu oluşturacak begotten ve gore tarzından bahsetmiştik...

haiku nedir? nasıl bir sistemi vardır diye düşünür hatta google amca sayesinde sorup soruştururken karşıma bir çok haiku örneği çıktı. hatta üstad oruç aruoba2nın bu işe güzel bir el attığını gördüm.

küçük dere -
deniz'e ulaşınca
şaşırır işte...

bir deniz bulmak,
anlamak en sonunda da
yaşamak ne?


sen mezarım olsaydın...
mışıl mışıl uyurdum içinde...

sonra kelime oyunlarına daldım üstadların yazdıklarını okuyunca

belki güzel ya da başarısız bilemicem ama şu çıktı benden;

en uzak şehrin,
en bilinmez sokağının adı
ismin şimdi bana.


2 Kasım 2010 Salı

rüyanda görsen inanma


Duman rüyanda görsen inanma
Yükleyen ghostfaceboy. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

adamı en tatlı rüyalardan, gerçekleşmeyecek hayallerden uyandırır.hem de hiç acımadan. sonra duman altı bir mekanda kendinden uzak arkadaş sen bu değilsin cümlelerini hak edercesine dağılırsın. kaldı ki zaten hiç toplu değildin...


arkadaş sen bu değilsin
görünüş sadece giysin
arkadaş niye gücendin
alıştım karıştım ben sana
rüyanda görsen inanma

arkadaş sen bu değildin
bilinen sadece ismin
arkadaş niye değiştin
alıştım karıştım ben sana
rüyanda görsen inanma

arkadaş sen bu değilsin
yaşayan sadece fikrin
arkadaş niye gücendin
alıştım karıştım ben sana
rüyanda görsen inanma

sana boynumuzu eğeriz sanma
hakkımızı gelir alırız zorla
saklayacak yüzün yok yok
rüyanda görsen inanma

30 Ekim 2010 Cumartesi

şarkılar şarkılar, boynuma geçirilmiş urganlar


Lhasa De Sela ''Con Toda Palabra'' (Romi)
Yükleyen rominazin. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

her şeyin üst üste gelmesi

önce bir tanım yapmak istiyorum. gereksiz tanımlamalar peşindeyim hatta bugün kaldı ki dünde aynı tanımsızlığın içinde gereksiz tanımlamalar yapma peşindeydim. neyse konuya gelelim, anlatmak istediğim ya da kusmam gerekenler var.

sanki allahın bir sopası var. ve sizi işaret ediyor kutsal eliyle. "bak burada hedefiniz. güldü, eğlendi, mutlu oldu bir süre bu kul. şimdi kırbaçlayın gitsin."

zaten ilk taş atıldığında da aynı acı, diğerleri üzerinize yığıldığında da. olay üst üste dertlerin gelmesi değil. dertlerin mutluluk anlarının en keyifli vakitlerinde sizi bulması. mutluluk sarhoşu nedir ? acaba ben sarhoş muyum diye gezinirken bir duvara toslamak, tam şaşkınlıkla ne oluyor derken arkadan kamyonun, otobüsün size sırasıyla çarpması gibi. altında kaldığınız dertler bir kaza şoku gibi...

mutlulukları az sayıda üreten tanrının acılı mutsuzlukları toptan size sokması bir bakıma. ya canınız cıkıcak ya da insanlığınızdan bir parça daha kopup atılacak.bir şeyler eksilmeden kendinize gelmeniz zor.

hep "o an"ları yaşarım ben. bunu daha önce biliyordum, gelicekti sıkıntılar ya da bu adam bana kazık atacaktı biliyordum işte, bile bile ladesti benim ki diyorum. ve yine dedim

kendim için ağlıyorum iki , üç gündür. artık bir başka kadın ya da erkek için ağlamalarım çok uzak eylemler bana. zaten herkes kendi için ağlarmış ben yeni öğrendim ve yeni öğrendiğim bir şeyi hayata geçiriyorum. neyse o başka bir yazının konusu belki de.
şimdi sorun her şeyin üst üste gelmesi.

sikilmiş götün davaları görülüyor içimde. kabayım bugün evet ama durumları ancak bu anlatırdı.

başarısızım hayatta bir çok konuda. ama söz konusu kendini kandırmak , bir şeylere inanmak, inandırmak olduğunda ödül verilmesi gereken biriyim.
olmayacak dualara amin demeyi seviyorum, hiç olmayacak birilerine elimi uzatmayı, kendimi bir şeylerin iyi olacağı konusunda inandırıp, severek yapabiliyorum.

istanbuldaydım,1 hafta boyunca yeni bir şeylerin keşfi, tanışılan ama yanyana gelinmeyen insan kokularını içime çekmenin hazzını, sohbet etmeleri, istanbulun temiz kirli sokaklarında gezmeyi, anı biriktirmeyi, candan gülmeleri ve dahasını yaşadım. ama hep kahkaha atarken arkada beynimin en uç ve bazen kimseye yansıtmadığım açmadığım yerlerinde bir küçük iğne batıyordu ve uçunda bir kağıt asılıydı. şimdi gülmelerinin acısı çıkacak. umursamadım. umursamamış gibi yaptım ya da

pazar gecesi evet geldim. yol yorgunluğunu yaşamadım bile çünkü keyifle bindim otobüse ve ceplerim anı dolu indim otobüsten. ama eve gelince bir şeyler oldu, onlara da sonra değineceğim. hep sonralar var bu yazıda sanki: /

canım kadın erkek ilişkileri konusunda delice sıkıldı. o kadar üzüldüm ki benle çok alakalı olmayan bir şeye bademciklerim şişti pazartesi akşamı. salı sabahı kalktığımda sesim ben gidiyorum dedi. salı akşamı sessiz ve bademciklerim şişince her zamanki gibi kulaklarım duymamaya başladı. ne zaman üzsem kendimi çok önce bademciklerim lal yapardı dilimi, sonra duymayan kulaklarım olurdu. üç maymunla tanışmaya ne kadar kaldı ki?

perşembe hasta ama biraz olsun umutla okula gidildi. yağmurda ıslanıldı, eski bir dost görüldü ve eskilere atılan anıların aslında ne kadar uzakta olduğu anlaşılıp üzülünüldü.

gün oldu cuma. bir konuda kendimi kandırıp el uzattığım kişiden " sen iyi birisin ama "diye başlayan cümlelerle aradaki diyalog rafa kaldırıldı.o istediğinde yine yeniden ısıtılıp canlandırılacak sözde ama...sen iyi birisin, seni kırmak istemem diye başlayan yazıya tek cevabım " bu konuşmayı yapacağını, bana bunu yazacağını biliyordum. sorun değil. beni düşünme " oldu. belki sinirle söyledim sanıyor ama biliyordum. defalarca izlediğin bir film gibi sanki bu yaşanılan. ne olacağını bile bile yaşamak, istemek, umut etmek, hayal kurmak...ağlamaktan şişen gözler, sadece kendim için akan yaşlarım var
gene niye kendimi kandırdım bir şeylerin iyi olabileceği konusunda diye...


günlerden cumartesi bademcikleri şişik, sözleri ağlamaktan bir garip bakan, saçları yağlı bir kız olarak uyandım ama gece uyuduğumu da söyleyemem. ama artık yeter diyebilirsiniz belki ama daha bitmedi ki.

bahçede bulunan terlikler içi kontrol edilmeden ayağa geçirilir.kömürlükten soba için kömür almaya giderken. bir acı hissedilir, iplenmez. daha büyük bir acı hissedilir. " ne oluyor lan?" denilir içten. eve girecekken terlikler çıkarıldığında iki ölmek üzere olan arıyla karşılaşılır. arı sokması hahahaha bir bu eksikti.

bu akşam ne bekler beni bilmiyorum. bir trafik kazası... yok canım daha neler?
koca ağzımı açtım, başıma geleceklerin suçlusu benim
her şey üst üste gelir ve niyeyse insanlar geçicek bunlar derler. onlara ilk ya da son taş atılmamıştır çünkü.
herkes kendi yaşadığını bilir ve sözde tanrı herkese kaldıracbileceği acıyı, sıkıntıyı verir.
halterci değilim. kaldırma kuvveti konusunda bir problem çözemem.
tek bildiğim bu yaşadıklarım bana çok acı veriyor.
bitsin