31 Ocak 2011 Pazartesi

gözler


bir kaç hafta önce fur diye bir film izledim. filmde robert downey jr ve nicole kidman oynuyordu. filmin yarısına kadar yüzü gözükmeyen robert downey jr'in sadece gözlerini gördük . sadece gözleri ve sesi anlatıyordu bir çok şeyi ve sadece gözleri ona hayran kalmamı sağladı, ben gibi düşünen bir çok kişi vardır sanırım. filmde nasıl nicole kidman'ın oynadığı diane arbus gibi bende sadece gözlerini gördüğüm bu adama hasta oldum, aşık oldum, etkilendim ve bunu sadece acılı bakan gözleri sağladı.

şimdi adamı övmek filan değil amacım ha öyle anlaşılmasın, lakin yazının oluşmasına onun gözleri sebep oldu. hayatıma giren erkekleri gözümün önünden geçirdiğimde hep gözlerinden etkilenmiş olduğumu anımsadım. gözlerini kocaman açan ya da bazı durumlarda masum kedi gibi bakan adamları sevmişim mesela

bazı insanların gözlerinden içlerinin okunduğunu düşünürüm. kaldı ki sadece gözlerinin içine bakarak anlarım ne istediklerini düşündüklerini...

annem mesela, kadın bazen o kadar masum kedi gibi bakıyor ki, o zaman sakinlik dilediğini hissediyorum ya da canı acıdığında öyle bir kısık bakış arasına sıkıştırılmış bir acı oluyor ki kahverengilerin ortasında ah diyorum senin bir sıkıntın var...

gözleri seviyorum. sırf karşımdakini tanımak adına içine içine bakıyorum. şarkıdaki gibi gözler kalbin aynası...

acılı bakan gözleri daha çok seviyorum ama. böyle hafif yaşlı hatta hüzünlü...
sanki öyle bakışı olan insanların hep iyi olacağı ve hiç bana kötü davranmayacaklarını düşünüyorum.

böyle garip bir inançla bakıyorum bir çok kişinin yüzüne. ama niyeyse kaçırıyorlar gözlerini çoğu insan. işte o an şu afilli cümle geçiyor içimden " bakışlarını bile benle paylaşamayan insan , hayatını benle gerçekten paylaşmaz"

bakınız efendim, gözlerinizi kaçırmayınız. hüzünlü, yalancı, sıcak ya da aşalayan bakışlar atın, ta gözlerimin içine bakın. gözlerinizin içinden görelim nesiniz, nedir anlatmak istediğiniz.

ha bu arada robert downey jr gibi bakan adam aranmakta...
öyle baksın anamı ağlatsa bir of dersem ne olayım:)






24 Ocak 2011 Pazartesi

kestim kestim, kendimden kurtulamadım!

kadın kısmına bazı anlar saçları ağır gelir.sanki saçlarıdır dertlerinin en büyük sebebi. kafası o kadar doludur ki saçlar ağırlık yapar.

o an alır eline makası bazısı , bazısı gider bir berber koltuğuna armağan eder saçlarını.berberin makasına saçlarını bırakan kadınları daha sakin bulurum,, geçici bir depresyondur onların ki, kesip kurtulurlar. sorun sadece bir yerdedir. onu atlatırlar zaman geçince nasıl saçları uzuyorsa , zaman geçer dertleri de unutulur. ama bazısı vardır. sorun kendisidir. kendine ait şeyleri yolup atası gelir, kesip kesip yok edesi, kazıyası.

bir dönem belimden daha da aşağıları doğru giden saçlarım vardı. bildiğin kezban, örerdim filan. üzerine oturacaksın diye alay edilirdi. o zamanların birinde sorunum kendimleydi.hep yolmak istedim başımın üzerindeki ağırlığı. hep zarar vermek istedim birşeylerime. alırdım elime makası santim santim. banyoya armağan ettiğim saçları gördükçe keyif alırdım.hatta yurtta kızlar korkardı. teknik resimden gelirdim, üzerim araziden geldiğimden dolayı toz içinde. çizim çantamı bir köşeye atar elimde havluyu alır bir de makas giderdim devlet yurdunun sadece ince bir perde ile örtülü dar kare banyosuna. makası elime alışım "bugün yine bir sorunla karşılaştım ve baş edemedim", "sevgilim canımı acıttı ama onu kaybetmemek için sustum " ya da "ölesim var bugün kafam ağır kendime" demekti aslında ve bunu anlıyorlardı kızlar. susarak, ürkerek bakıyorlardı...

o sebepten kendi saçını kesmek bazen birilerini bazen kendini cezalandırmaktır. bazen dertleri yok etmek için bazense ben dertli biriyim demek için yapılan eylemdir.keyiflidir ama biraz da acılı.

yakın vakitte gene saçımı kesesim geldi. ama artık yolamıyorum çünkü çok az saçım, yok ettim tüm saçımı 6 yılda. kendim kesip rezil olmamak içinde gittim berbere. azıcık ucundan dedim. ama o da ne varsa aldı götürdü sanki ya da bana öyle geliyor . yine de azıcık ucundan aldırdım , mutluyum diyorum.

can sıkıntısı, iç bunaltısı

nedenli nedensiz can sıkıntılarının, sıkılmaların bilmem kaçıncı gününde hissiyatımı dile getiresim geldi.

gerçi bu ara okunmuyorum hissiyatım yüksek. sanki burada tek ben varım ve karşıma beyaz bir ayna alıp söylenip duruyorum. aynadaki yansımayla anlaşamıyorum, sövüyorum, ağlıyorum, gülüyorum ve veda edip çıkıyorum.

neyse ,

şu nedenli nedensiz sıkılmalarımın canı çıksın ve benim canımı bıraksınlar istiyorum. aslında uzun süredir yerinde sayan, düne bugüne yarına benzeyen günleri yaşayan biri olarak alışkındım can sıkıntısına, sıkılmalara. ama bu seferkiler çok farklı sanki. ağzımın tadı eksik. şarkılar bile aynı sanki, öylesine çalıp duruyorlar.yemek yemeği seven biri olarak her yediğim şeyden aynı buruk tadı alıyorum. tatlı, tuzlu yok sadece o buruk tad var. sanki her yemekte eksik bir baharat...

sohbet ediyoruz dostlarla, yanına bir iki bardak bira da katıyoruz boğazımız kurumasın diye. lakin ne sohbet her zamanki gibi ne bira gerçek anlamda alkollü. sanki içki yasağından önce biradaki alkol oranını yok etmişler. bozuk bir arpa suyu ve birbirine benzer, birbirini klasikleşmiş bir şekilde takip eden cümlelerden oluşan bir sohbetin içindeyiz. bir şey eksik...


saçmalayayım, şebeklik yapayım, öyle böyle yapıp anlık kahkaha atayım diyorum ama daha espirinin ortasında beynime garip sinyaller geliyor ve ağzımdan tatsız cümleler çıkıyor.

sevmedim bu hali. her yaş daha bir sıkıcılığı yanında getiriyor sanki. bir kaç gün önce 18 yaşındayken ölmeye çalışan benim ne kadar salak olduğunu konuştuk bir arkadaşla.o zaman değersiz gelen hayatım şimdi ne kadar da boş. ama şimdi hiç ölesim yok. o güzel vakitlerde ölmeyi dileyince insan, şimdiki gri günlerin içinde ölmeyi bile zor görüyor, ölmeye bile üşeniyorum ya, var mı ötesi...

bu ara feci sıkılıyorum. annem der" gözüne gözükecek vardır" diye. hep merak ederim , nedir bu gözükecek olan gözüme? gözüme girmesi dileğiyle:)

16 Ocak 2011 Pazar

bekleyen, bekleten, beklenen, beklemeyi bitirenler için...



ah ne çok özledim seni
bir bilsen ah bir görsen
sonbaharlarım gelir
o yaprak hiç düşmez

hepsi bitti hepsi bitti
hepsi kaybolan günlerdi
bir yalnız sen bir yalnız ben
bizi ne nasıl tüketti ki

belki unuturuz onu
tüm kasımdan kalma çiçekler gibi
arasına koyarız şarkı yazdığımız
kırık hayaller saklı defterin
belki de saklarız onu
kalbimizde bir delik açar gibi
belki denize ulaşır içimizdeki nehirler bir gün
yine yazı bekleriz

ah ne çok özledim seni
bir bilsen ah bir görsen
sonbaharlarım gelir
o yaprak hiç düşmez

seni bekler yağmurlarım
öyle bir yağar ki hiç dinmez
sonra yedi bahar geçer
o yaz hiç hiç gelmez

belki unuturuz onu
tüm kasımdan kalma çiçekler gibi
arasına koyarız şarkı yazdığımız
kırık hayaller saklı defterin
belki de saklarız onu
kalbimizde bir delik açar gibi
belki denize ulaşır içimizdeki nehirler bir gün
yine yazı bekleriz

14 Ocak 2011 Cuma

içimdeki sevmeler

bu sevgileri bu sevmeleri bu sevmeyi istemeleri nereye sokucağımı bilemediğim bir andayım gene. içtim çok. çok içmelerin bir sınırı olmadığını biliyorum
sınırsızlığa çok uzak olduğum bir yerde fazlaca alkol kokan, alkol dolu bedenle yazıyorum şimdi bunu. aslında sözün nereye gideceğini bile düşünmeden başlıyorum cümlelere...

çok yalnızlığın bilmem kacıncı safhasındayım
bilmem kaçıncı yıl sadece kendimle oynayışlarımın

hep var olan ama bir yanları eksik arkadaşlıklar, dostluklar , sevdiğim erkekler, bıraktığım erkekler,ürktüğüm, arzulayıp kendime bile itiraf edemediklerim...


gene ayna da ben
ve gene yalnız
gene içinde birini sevme isteği...

bir gün yolda yürüyorsum bir şarkı duydum içim acıdı diyor ya umay umay
işte tam da öyle bir andayım şimdi

bir şarkı duydum ve beni gene yok saydıgım yalnızlığımın içine attı ya da ona ayna tuttu
yüreğim seveceği birinin eksikliğinde, isyanında...



uslanmayan içim birini arıyor
ve ben sadece içiyorum


uslan artık içim
ya da öl geber
bıktım

11 Ocak 2011 Salı

bu film canımız acısın diye var

geçtim sanatı, sinemayı...
her şeyi yok saydım.
bu film müziğiyle, konusuyla anlatımıyla sanat için, sinema için ... değil sadece can acıtmak için var.
evet evet o müzik, o oyuncular, o delilik, o sevgi, o nefret hem hey sen izleyici dünyadasın ve dünya da her şey senin dilediğin gibi iyi değil. bak böyle şeyler de var paralel evrende diyor sanki
ya da insan o cümleyi duyar gibi izliyor...



bu görüntüyle çekildim karşınızdan... dahası için gene gelcem
the last waltz dinliyorum gözlerim acıyla, utancımla kapalı...

7 Ocak 2011 Cuma

elinden oyuncağı alınan kız


küçüklüğüm... oyuncakların renkli dünyasına dalışlarım...

ilk oyuncağı kara şimşek olan bir kızdım.
ama tabiki sonraları alınan bebekler, mutfak gereçleri, fırın, ütü, dikiş makinesine sahip oldum. annemin taklidini yaparak oyunlar oynadım. kardeşim doğdu, oyun oynayacak yaşa geldiğinde evcilik, misafircilik şu bu oyunlar adı altında salonumuzun bir köşesinde anneannemin elleriyle yaptığı minderin üzeriyle sınırlı alanda oyun oynamaya başladık...
bizim oyunlarımıza hayranlıkla bakan insanlartoldu çevremizde. anlaşıyor oluşumuz, kavga etmeyişimiz üzerine güzel cümleler söylendi, hala da söylenir...

akşam üzeri oyunlarımız yarım kalırdı. babamın gelme saatini daha o küçük yaşta bilir hemen oyuncaklarımı toplamaya çalışırdık gerçi bazen oyuna dalar unuturduk yapılacak her şeyi. o minderle sınırlı evimizde mutfağımız,oturma odamız vardı ve oyuncaklarımız düzgünce sıralıydı.
ama anlamazdı babam eve gelince artık iş stresi mi, kendince maddi sıkıntılar mı bizim oyuncaklarımız gözüne batar anneme söylenir hatta hırsını alamazsa elimizden oyuncakları alır bir kenara fırlatır toplayın şunları, her taraf dağınık diye yırtınırdı...



o vakit masumluğumuza daha bir masumiyet eklenirdi. aslında zarar işlememiş, uslu durmuş annemiz işini yaparken kardeşimle oyuncaklarımızla, sadece bir minder sınırında bir hayali ev kurarak oyun oynamıştık ama bu babama yetmemişti. şimdi düşününce belki de başka sıkıntıları vardı ve geldiği evde en uygun saldıracağı kişi bizdik...

hep bu oldu her zaman ama. hani derler ya başında neyse sonu da odur diye. biz kardeşimle hep babam için rahatlama araçı, azarlaması kolay kendi malı canlılardık. elimizden kolayca bir şeyleri alabilirdi. tabiki hakkını ödeyemeyiz. ama işte hatasız insan yok, herkes mükemmel değil...

babam hep yaptı bunu, hep canı sıkılınca ya da isteyince sırf o uygun gördüğü için alındı ellerimizden birşeyler.

özellikle son yıllarda ben tamamen muhtaç insanım ona. annem ve ben ona muhtacız diye istediğini söyleyip istediği gibi oynayabiliyor.

bir şeyleri istememin bazen anlamı olmuyor. bir şeyleri seviyor olmamın bazen onun için bir anlamı olmuyor. son 3 yıldır sürekli evde oluşum, herkesin bir şeylerle uğraşırken benim sadece sözde yüksek lisans ve tez muhabbetleri yüzünden yerinde saymam sebebiyle daha bir eve kapanışım ve daha çok bilgisayar başında vakit geçirişim söz konusu. bu da babam için evdeki en büyük suç. her akşam odamın önünden geçerken küfür etme imkanı sağlıyorum ona. ve ne zaman canı bir şeye sıkılsa interneti kesme, bağlantıyı iptal ettirme, bilgisayarı yok etme gibi istekleri oluyor hatta bunlarla beni tehdit ediyor vb.

son 3 yıldır hayatımı onlar anlamasa da güzel kılan, kendimce üretkenlik ve öğrenme eylemlerimde artısı olan internet bağlantısını kaldırma konusunda iddealı bu sefer...


bakınız gene sevdiğim bir oyuncağı elimden alma isteğinde kendisi. her zaman yaptığı gibi...

bilgisayar başında diye bu kız evde kaldı, bilgisayar başında durduğu için tezi bitmedi, bilgisayar başında olduğu için kilo veremedi vb sözler her bana saldırmak istediğinde ağzında.

hep ellerimdeki oyuncakları alarak kendini güçlü benimse ona ne kadar muhtaç bir canlı olduğumu anımsattı bana. o büyüktü ben küçük o olmasa o oyuncaklarda olmazdı...

bu ay sonu vedalaşıcak gibiyiz sanki, haberiniz olsun...












5 Ocak 2011 Çarşamba

hoşgeldin bebek



pazartesi gecesini salıya bağlayan siyah geceyi yaşıyorum o zaman. elimde kocaman bir ekmeğin arasına tıkılmış şeyler, sıkıntıdan kendimi yemeğe vermişim.
bir elimde de hermann hesse'nin kitabı, üzerimde dizleri çıkmış garip bir şey. şey diyorum yani bir kıyafet olarak algılamak , isimlendirmek onu uygun olmaz sanki... allahım ne garip bir hal, o kadar çok karmaşık ,sıkıntılı, umutsuz ve umursamaz...

elimdeki ekmek bitiyor, yine çok hızlı yediğim için kendime söyleniyorum.
uyuyamıyorum kaç gündür, sabah 5 oluyor ancak o zaman gözüm kapanma isteğine yaklaşıyor. gene öyle bir gece olucak sanarken 1 gibi telefon çalıyor, ürkerek bakıyorum. dayım; eve gelmemi ,yengemin doğum için hastanede olduğunu söylüyor. heyecanlanıyorum en son ne zaman bu kadar heyecanlandım bilmiyorum. heyecan beni aniden ağacı yeşerten bahar gibi sarıyor. aceleyle elimi yüzümü yıkıyor, toparlanıyor , giyinip evlerine gidiyorum. sokaklarda tek başıma yürüme korkumu da bu şekilde az da olsa yok ediyor, yok sayıyorum.


gece 2 ev telefonu çalıyor bebeğin gelişi heyecanlı, ürkek dayımın sesinden bana iletiliyor.
kocaman gülümsüyorum. kocaman ama!


sabah karşı içime bir depresif kaygı çöküyor, bu dünyaya neden çocuk getirir ki insan? diyorum, yaşamı sorguluyor ailenin verip veremeyecekleri, büyürken insanın istedikleri , isteklerin gerçekleşme oranları üzerine geleceğe dair tahminler yapıyor durduk yere canımı sıkıyorum.
yeni doğan bebeğin 4 yaşındaki ablası uyanıyor. durumu alıştırarak gülümseyerek söylüyorum. ama o zaten bu anı bekliyor. ellerini birbirine vurarak oley kardeşim oldu diyor. o da benim ki gibi gülümsüyor kocaman.

dayım geliyor eve onunda yüzünde o anlamsız gülümseme...

hastaneden çıkış şu bu işleri hallediliyor. evdeler şimdi. akşam herkesin yüzünde o gülümseme. sanki bir çoğumuz o çocuğun gelişiyle yenileniyoruz.yeniden doğma hissine yakın bir yenilenme bu, çok güzel.

yatakta annesiyle yanyana yatan küçük burunlu, yumuk gözlü,kapkara saçlı bebeğe bakıyorum. maviler içinde annesi gibi...

annesinin bakışları bu çocuğu ben yaptım der gibi...hem gururlu hem duygulu hem sevinçli hem de garip bir acılı

ama gurur herşeyin üzerinde. kıyamayarak dokunuyor belli ona.
annem çılğına dönmüş halde. herşeyin iyi olmasını istiyor ama yengemlerde şuan hem dayımın hem yengemin akrabaları ve hepsi başka şeyler diyor, tek ortak noktaları yeni gelen bebeğe olan beğenileri, heyecanları...
sorun çok ama, çocuk sobasız yerde yatar mı? annesinin yanında yatsın, hayır yatmasın kokusuna alışır bir daha da anneden ayrı uyumaz...

yahu zaten daha yeni çıktı ne kokusu diyor biri ordan biri başka şey. sonra susuluyor.
herkesin bakışı farklı bebeğe, olaya
bende kendimce depresif ya da olumlu bakışlarımla süzüyorum ortamı, bebeği.
sonra dudakları hareket ediyor, küçük burnu oynuyor. ah diyorum minik, iyi olucak herşey, olmasa da baksana ne çok insan var etrafında. mutlaka seni koruyup kollayan olucak.

sünnetinde göbekler atabilmek dileğiyle: )

hoşgeldin bebek,seni tanımadan seviyorum.sende beni sev olur mu?
öpüp koklayacağım günlerin çabuk gelmesi dileğiyle

3 Ocak 2011 Pazartesi

in the mood for love(fa yeung nin wa)





ah aşk zamanı
klibe baktığınızda yumeji's theme i fonda duydunuz.



sadece olağanüstü renkleri ve harika müzikleri için bile seyredilebilecek,ayrıntılara bakılmak istenildiğinde her sahnesinden gizli anlamlar çıkarılacak hayat,evlilik ve en önemlisi aşk üzerine yapılmış en güzel film bence.


iki evli ve yalnız insanın aşkı...

aslında bir çok kez izledim filmi ama bugün sunmak istedim .bakınız böyle bir film var demek istedim sadece.

uzak doğu filmi olmasına rağmen giyim kuşam ve yaşam tarzı amerikanlaşmış bir şekilde sunulan iki farklı yaşamın unuttukları aşk kelimesine yakınlaşmalarını ortaya koyan bilmin son sahnesi bir üstte.

yazacak çok şeyim var aslında film adına. ama niyeyse izledikten sonra konuşmak istiyorum sizinle...
iyi seyirler