9 Aralık 2010 Perşembe

edip cansever

bu şiirleri biliyorsunuzdur mutlaka ama paylaşmadan edemedim... yakında üzerine konuşacağım kendimce


cemal'in iç konuşmaları/ı

bir şeyler çiziyorum buğulu cama -ben-
cemal'in ıslak sesi
kayıp gidiyor buğulu camda
-bir sabah yağmurunun en küçük tanımıysa
şu benim sesim-
çizip çizip siliyorum sesimi
birden odayla dışarısı birleşiyor
ve birleşir birleşmez
çıkarıp cebinden büyük aynasını gök
bir istasyonda yolcularını bekleyen
insanlar gibi hafifçe gülümsüyor
bana
elimi sallıyorum içimden
buruk içimden
belli belirsiz.
yaşlı bir çocuğum ben, çocukların en yaşlısı
ağzımda sakız tatlısının hiç eksilmeyen tadı
sevilince kendimi tadıyorum bir de
kendime dönüşüyorum
-ah içimin derin rengi
yoğun kokusu-
biraz önceydi
yalova'da bir oteldeyiz
çok büyük bir oteldeyiz -hepimiz-
çiçekler var -çok büyük- ağaçlar gibi
kırmızılar uzun, uçsuz bucaksız
sonra bir vapurun bayrağı
görmüştüm
annemin yakut yüzüğü
görmüştüm
ben herkesin oğluydum o zamanlar
kalabalıktık.
elimi buğulu camdan çektim
saçlarım doldu yüzüme
saçlarım neden böyle uzun -kimbilir-
sevmiyorum hiç
yalnız yapıyor beni
hem niye
herkesin özlemi benim özlemim değil ki

az konuşuyorum bu yüzden
tenhalarda duruyorum
sanki yaşamım benim
önce bir susuzluk vakti
-suyu musluktan içiyorum sık sık
kimseye göstermeden
böylece
hiç mi hiç bitmiyor içmem-
nisanın ıslak sesi
-kocaman bir gül haziran-
gelip gelip vuruyor
uzaktan bakıyorum
kış aylarına bakar gibi
kirli
çift kollu bir lambaya benziyorlar
seniha teyzemle annem
bezik oynuyorlar gene
masada rakı sürahisi -dilim dilim ve renkli-
tabakta solgun meyvalar
-sanki kimse birbirine bir şey demedi-
ve
suyu çekilmiş portakallar portakallar
-ne? ne zaman? şimdi unuttum
büyükannemin ölüm saati-
ester vazoya çiçekler yerleştiriyor
pembe sesiyle
-baharı yerleştiren bir tanrının elleri-
kokusunu duyuyorum uzaktan
hayır, kokusunu düşünüyorum
benim olmayan kokular..
insan kendi kokusunu bilir mi
bilmem
bilemez
ama annem ester'in
ester'se annemin kokusunu biliyordur
sanırım bazı kokular da duyulmaz, görülür
ben gördüm
işte şu karşıki bahçenin kokusu
toprakla güneş karışımı bir koku
ben gördüm
büyükannemin ölüm kokusu
gördüm ben
sonra annemi bir kokuda gördüm iyice
seniha teyzemi de
çok ağır bir kokudan gelmiş oluyor teyzem
muhassen'den döndüğü zaman
o evden
işaret parmağına benziyor bazı kokular
gösteriyor gösteriyor gösteriyor
demin yanından geçtim
bugün başka türlü kokuyor ester
dudağımı kanatan balık gibi değil
baharda kar yağar mı, öyle kokuyor
kapısını ilk kez açıp da
içeri giriliveren
yeni bir ev gibi kokuyor
bin türlü kokuyor bugün ester.

(çok geniş bir çayırda yürüyorum yürüyorum
ezilen otlar gibiyim
ezilen otlar gibiyim ayaklarımın altında
kendi ayaklarımın
nedense bu böyle hoşuma gidiyor.)


cemal'in iç konuşmaları/ıı

odamın penceresi yok -daha iyi-
kendime bakıyorum ben de
kendimden sarkmış kollarıma
kendimden damıtılmış gözlerime
-bakmıyorum, duyuyorum onları sadece-
böylesi iyi, çok iyi
kapıyı kilitledin -kapımı-
salonda gürültüler, ut sesleri
muhibbe gelmiş olacak burgaz'dan
birkaç kere gördüm
şişmandı çok, beyazdı
saçları mavi gibiydi -öyleydi-
maviler saçları gibiydi
açık denizlere benzerdi
ve yüzü
ibrişimlerle dolu
gizemli bir dikiş kutusuydu sanki
geçen yaz denize girdiğim günler..
anımsıyorum
ne vardı ortalıkta maviden başka
sadece bir martı -o da maviyle beslenen-
gördün mü demiştim kendi kendime
mavilik de çocukluk gibi
unutulmayacak hiç.
evet, muhibbe
parası bitince gelir bize
bir iki gün kalır gider
sabahtan akşama ut sesleri
rakı sofraları
yüzünde, göğsünde, ellerinde
dışa kaymış ibrişimler
ek: bir fayton sesinin sessizliği de
ölümü anımsatan bana
ölmüştü -büyükannemdi-
ölü yıkayıcılarını görmüştüm ilk defa
dudakları yemyeşil biri
-karıştırıyor muyum yoksa
bir sirk afişindeki adamla-
seslenmişti, anımsıyorum
hiç değilse pedikürlerini silin!
sonbahardı.
odamın penceresi yok -iyi ki yok-
konuşuyorum kendimle
cemal! herhangi bir mevsim anımsar mısın
yaz aylarının dışına kaymış
biraz
içinde sevgilerin soluk aldığı
anımsar mısın
ve yazlar yuvarlak mıdır cemal
oval mıdır
çizgi çizgi midir yoksa
herkes bir yerlere gider
bir yerlerden gelir de ondan mı
gelinciklerle tuzlu suyun sevişmesi miydi
ne dedin
sen öyle bir yere gittin de ondan
geçen yaz
sürdün dudaklarına gelincikleri, sürdün sürdün
iri bir ruj lekesine benzetinceye kadar

sonra da öptün kendini, öptün öptün
orası neresiydi, unuttun şimdi
adsızlığa çok yakışan bir yerdi.
akşamüstlerinin bir çıtırdısı vardı cemal
var mıydı
belli belirsiz -anımsar mısın-
bir atlıkarınca gibi dönüyordu deniz
gündoğusundan günbatımına
aynaya baktındı durup dururken
oteldeki büyük aynaya
gözbebeklerin kırmızıydı -bir an-
dönüyorlardı boyuna
çıkarıp attındı onları
denize attındı, anımsa
bir çift balık olup geri döndüler
ruhundaki külleri yaktılardı.
ut sesleri kesildi, iyi
uzaklarda bir fıstık çamı yarıldı ortasından
bir kuş ölüsü düştü -sanki-
bölündü sesler de
bir faytonun sessizliği de bölündü
dudaklarını açtın kapadın
çekilmiş ağlardaki balıklar gibi
birden gelinciklerle doldu dünyan.

insan iki kişi olmalı, değil mi
en azından iki kişi
sen yalnızsın
yalnızlığın her zamanki ikindisi.

(yürüyorum yürüyorum otlarımın üstünde
ezile ezile ben
bir şeyi ilk defa duymanın belirsizliğim
yavaşça ataraktan üstümden.)


cemal'in iç konuşmaları/ııı


ben mi konuşuyorum -cemal mi-
tanrının taşları mı konuşan
birbirine geçmiş sımsıkı
yollar boyunca uzayan uzayan.

kurtuluş'tan çok uzaklardayım
birbirimizden çok uzaklardayız
çok yakınız birbirimize -tekdüze günler-
ester parmaklarını geçirmiş kalbine
yeşim taşlı iğnesini yoklar gibi
-sıkıştırılmış bir sandviç sesi-
sürekli anneme bakıyor
annemse bir elinde rakı kadehi
ötekinde kâğıtlar
oyun kâğıtları
teyzeme bakıyor sürekli
teyzemse yaratılmakta olan bir anıya benziyor
bakışları anlamsız
gölgeli
kendine bakıyor olmalı
ne tuhaf, herkes bir yerlere bakıyor
hiç kımıldamadan
bir ışık parçası düşüyor annemin yüzüne
arada kovmak için elini sallıyor yalnız

-dalgınlık, başka değil-
neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz
neyi bekliyoruz, bilmem ki
kapı mı çalınıyor ne -gidip açıyorum-
kimse yok
peki
nasıl karşılanır yok olan bir şey
karşılıyorum
birlikte salona geçiyoruz.
oturuyoruz karşı karşıya
yok olan şeyle ikimiz
sarı koltuğa çöküyor o -her şey sarı zaten-
ben kahverengi koltuğa oturuyorum -her şey kahverengi-
kimse görmüyor bizi
göremezler ki
uçup uçup konuyoruz yerlerimize
bir konfeti demetinden kopmuş gibi
düşlerimizden .saçılmış gibi
iyi eğleniyoruz yok olan şeyle ikimiz
sigarasını yakıyor o
iyi, yaksın
bardağına cin koyuyorum
ağır ağır içiyor
her şeyin tersini taşıyor yüzü -sanki-
ve taşırıyor
-bir şair de olabilir, bir ermiş de-
yürüyor pencereye doğru
geri dönüyor
birden
çaydanlıktan ayaklarıma dökülen
kaynar suyun acısını geri getiriyorum
ve öperken dudağımı kanatan balığı
ve hemen unutuyorum
ben unutur unutmaz
gümüşle altın karışımı bir tramvay geçiyor caddeden
pırlanta kolyeler açıyor ağaçlarda
şehrayinler dönüyor katlarında beynimin
ışıklar ışıklar içinde atlıkarıncalar
anlıyorum
gezintiye çıkmış mutluluk o
o, yok olan şey
büyüyünce bulacak
büyüyünce sevecek beni
yeniden çalınıyor kapının zili
açıyorum
sık sık çalıyor
açıyorum açıyorum
bembeyaz bir alan oluyor mutluluk
bembeyaz bir kalabalık
gittikçe uzaklaşıyor annemle teyzem
iki tek nokta gibi
kalıncaya dek.

bağırıyorum bağırıyorum
beyaz çimenler, beyaz çimenler!
yok oluyor düş
yok oluyor sanrı.

ikaros'um ben
kimse artık beni görmüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder