26 Şubat 2011 Cumartesi

kırgınım saçılmış bir nar gibi...






Kırgınlık, kırılma ve kırılganlıklara dair aklımda bir şarkı, bir şiir ve bir metin ile doluyum bugün. nereden esti aklıma onu bilebilmiş değilim. üzerimde bir kırgınlık, kendime kırgınlığımı, insanlara karşı kırılganlıklarıma dair uyanışlarım var gibi...

bildiğimiz şeyler ama paylaşmalı, bir eflatun ölüm'de dediği gibi "kırgınım saçılmış bir nar gibi..."
ve resimde küçük kızın yanında yazan murathan mungan şiirindeki gibi "saldırgan diyorlar bana ,oysa kırılganım ben"

ve en son kırılganlar için yılmaz erdoğan'ın bir yazısını paylaşmak lazım tamda şimdi;

senin asıl adın kırılgan. alnında yazıyor... gözaltlarına işlenmiş hatta mor alfabesiyle hüznün...

sen... ağlamaya bahane istemeyen, her daim insan gibi hıçkırabilen... profesyonel incinen... kırılgan.

zor günler değil mi? kaba saba günler.. sen, sana söylenen cümlelerin her virgülünde bir nakış zarafeti ararken, sinir sistemi olan hiçbir canlıyı yemezken sen, ne zor günler değil mi?

sokaklar sana göre değil. bu konuşmalar hatta bu türkçe bile sana göre değil.

hiçbir cadde düzenlemesi sana göre yapılmamış. sen hesapta yoksun kırılgan! bütün hesaplar ortalama insan üzerine yapılmış. seçen, seçilen ve seçmen onlar... onlar bir yolda ağacı ya da yeşili şart koşmuyor. geçebilsinler yeter. ya da bir yemekte sanatsal bir şıklık aramıyorlar. doysunlar ye ten.. oysa sen öyle misin ya? sen önce en az on dakika izlemelisin şarabın kadehteki duruşunu! nasıl mu cizevi bir kırmızı olduğuna şaşarak ama şarabın -kırmızısın elbette- aşkın meyi olmasını uygun bularak...

kırmızı çünkü, daha ne olsun!

acının renkçesi!

oysa şarap deyince onların aklına sur dibindeki keşler geliyor. hoş sen bahsettikleri keşleri de, kendi yaşamsal alanlarında mutlu insanlar olarak görüyor sun. iğrenmiyorsun. herkes mutluluğun peşindeyse eğer, onlar bizden bin şişe daha yaklaştı mutlu sona diye düşünüyorsun. çünkü her şarap ehli biraz kırılgandır bunu biliyorsun.

ölüleri seviyorsun sonra... şiir yazmış yazmamış, kat yapmış yapmamış, bomba koymuş koymamış bütün ölüleri seviyorsun. ölülerden hınç alanları anlamı yorsun. nasıl oluyor da teröristler ölü olarak ele geçiriliyor anlamıyorsun. peki bu ölü olarak ele geçirilenler ne olarak gömülüyor! bir terörist öldükten sonra da terörist midir? bir ölü nasıl terör eylemi yapabiliyor?

insan öldüren ölüler mi var? korku filmi mi çeviriyorsunuz yoksa benim devletin artık reenkarnasyona mı inanıyor? bir idam cezasını kaç kez infaz edebileceği sanıyorsunuz ki? neden gencecik, çürümüş ölü bedenleri yanyana dizip dünya aleme gösteriyorsunuz? neden, en azından ölü genç kızların üstünü örtmüyorsunuz? onların çıplaklığı sizi utandırmıyor mu? neden? ölülerden ne istiyorsunuz? önce düşmanı vurup sonra mezarı başında böğüre böğüre ağlayan kahramanlar yaşamayacak mı bir daha? reenkarnasyon onlar için geçerli değil mi? ölüleri rahat bırakın. onlara saygılı davranın. onlar öldü. korkacak bir şey yok artık. bu kardeş talanında hepsi bizim bahçemizin çocukları değil mi?.. ölen, öldüren... madem ki bu öl meler öldürmeler bitmiyor, bari gelin ölülerimizi aynı saygıyla gömelim. matemimizde ortak olalım. ağıtlarımız kardeş değil mi artık yoksa? birbirimize taziye ye gidelim. ağlayıcı kadınları olalım anlı evlerimizin!

boşuna bağırıyorsun kırılgan, duymuyorlar. zaten biraz daha bağırırsan sana da terörist diyebilirler. oysa sen sinir sistemi olan hiçbir canlıyı yemiyorsun bile. farketmez, çünkü onlar o kadar çok bağırıyor ki kendi seslerinden başkasını duymaz olmuşlar.

senin asıl adın kırılgan. dudaklarının titrekliğin den belli. yanlış ülkenin hatta yanlış dünyanın zamansız gelmiş çocuğusun sen. öyle tuhafsın ki her ölüme ama her ölüme ağlıyorsun... zalimin de mazlumun da acı sonu seni aynı oranda üzüyor artık. hatırlıyorsun

hala çavuşeskunun cellatlarının karşısındaki çaresizliğini... ve tanrı kamerayı yarattı diyorsun kendi kendine. yaşasın artık istediğimiz kadar zavallılaşabilir ve bunu gizli veya apaçık kamerayla tesbit edebiliriz! çünkü artık her boydan her çeşit kameramız var. görme duyunuzu -ki en kolay kandırılandır- bütün da yularınızın önüne çıkarabiliriz artık! yaşasın, dünyamızı istediğimiz kadar iğrençleştirebiliriz! bir tabak popcorn eşliğinde infazları seyredebiliriz!

yanlış kameraya konuşuyorsun kırılgan, seni çekmiyorlar. dedim ya sen hesapta yoksun. bu televizyon haberleri, programlan senin için yapılmıyor. reyting hesaplarında sen yoksun. sen yaşamıyorsun kırılgan. bunların tümü onlar için yapılıyor. onların sevdiği program, onların sevdiği haber yapılıyor. bir haberi sevmek ya da sevmemek ne demektir sen anlamıyorsun ama, onlar anlıyor.

sevmek... sihirli kelimeyi kullandım galiba? duyunca yüzünden gri bir bulut geçti de... hangi yağmura gidiyor acaba� seni en çok kıran sözcük değil mi?

sevgi.. sevmek... birini, bir şeyi, bir yeri sevmek... vatanı sevmek mesela. bunu da çok anladığın söylenemez değil mi? yani eğer bu, istanbul dışında istanbulsuz yapamamaksa, boğaz�da bir balık-rakı akşamı nın hasretiyle kederden gebermekse mesela isveç�te, söyleyecek bir şey yok galiba, tam olarak böyle değil istedikleri. evet evet onlar istiyorlar... senin sevgini tartıyorlar. vatanı onlar gibi ve onların istediği kadar sevmen gerekiyor. aslında görülmez bir yazı yar sınır kapılarında yurdun. sevmek mecburidır! sevmeyen defolsun gitsin!

sen de bağırıp sevmenin mecburiyeti olur mu, mecburiyet diye bir sözcük kullanılır mı yürek mesailerinde? bu toprak parçasını sevilecek bir yer yapalım önce!. ve sonra kimsenin seni duymayacağı bir kuytuya saklanıp, belki de iki damla gözyaşı eşliğinde ve muhtemelen ikinci rakı dublesinden sonra -ki şarap aşkın içkisiyse rakı da hasretindir- sızılı bir cümle düşüyor ağzından yere:

ey benim üç tarafı hüzünlerle çevrili yurdum, umrunda mı bilmiyorum ama, seni seviyorum.

aslında sen iyi bir adama benziyorsun kırılgan. kimseye bir zararın yok en azından. ne acı değil mi, zararsız olmak iyi olmaya yetiyor. çünkü etrafta bir sürü yaşam zararlısı var ve tarım bakanlığı henüz bunlara karşı ciddi bir tedbir almış değil...

yani diyeceğim şu ki kırılgan, bu kadar takma kafana... hiçbir şeyi de üstüne alınma. çünkü dedim ya, sen hesapta yoksun: hiçbir şeyi seni düşünerek yapmıyorlar! ne televizyonları, ne gazeteleri, ne savaşları..

senin asıl adın kırılgan. alnında yazıyor!

23 Şubat 2011 Çarşamba

o mavilik derdi

beni uykudan uyandırır uyandırmaz
dünyanın bütün huyları yüzünde
ben bunlardan birini seviyorum en çok
sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
tutsam tanelerini
sevincin gözyaşları derdim buna.

bir süre bakışıyoruz karşılıklı
ben uykudan uyanır uyanmaz
benimle şiir gibidir bu
tam karşımda ama yazılmamış
durmadan bileniyor aklımda.

seni unutarak baktığımda bile
dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
yayılıyorsun kalabalıklara
yalnız yayılmak mı
aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

özlenirsin, alabildiğine varsın da
daha da var oluyorsun gün günden
olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
bir kuş olsa mavilik derdi buna.


edip cansever'i yad etmeden olmazdı bu akşam

19 Şubat 2011 Cumartesi

geri dönüşüm kutusu olurken bir yandan da tek kullanımlık güzin abla olmayı başarmak


























nedir bu geri dönüşüm kutusu ve ne alaka güzin abla? diyeceksiniz. demesenizde ben anlatayım. ne derler, "içimden çıksın"

kendimi tanımlamak için kelime, deyim, tanım cümlesi, sıfat seçmeye kalksam sanırım sadece iki tamlama yeterli olucak. birincisi" geri dönüşüm kutusu" diğeri "tek kullanımlık güzin abla".
güzin abla rahmetli oldu, kızı işi aldı eline, yazıyor köşesinde parayı götürüyor. bir de benim durumuma bakalım. bakalım nedir bu tek kullanımlık güzin abla ile demek istediğim ne?

nasıl becerdim nasıl ettim bilmiyorum belkide genetik, mahallenin gülşen ablasının kızı olarak daha ortaokulda başladım bu işe. ergen sıkıntıları dinleyen, yardım için çabalayan bir kız oldum. kendi ergen sorunlarımı ise kimseye anlatamadım. hatta sırf bu yüzden gülümseyen, eğlenen ama kendinden delice nefret edip kendini sevmeyen ve hatta kimse tarafından sevilmediğini düşünen biri oldum.
lisede bu işi abarttık , kol başkanlıkları, sınıf başkanlığı derken alt sınıflarla bile bir diyalogum oldu, tanımadığım insan yoktu ve özellikle kızlar dertleri olduğunda yanımda oluyorlardı.
üniversite de durumun devam etmediğini söylesek yalan olur. biraz anaç bir tavrım ve hatta bedenim var sanırım. devlet yurdunun 8 kişilik odasındaki hatunlar yetmiyor diğer odalardan kızlar gelip sohbet ediyor , sıkıntılarını bana anlatıyor bende hepsini yutup , emip onlardan yok ediyordum. hatta o daracık yatağa ben bile sığamazken annesini özleyen gelip bana sarılıp uyumak istiyordu o yatakta. bu da oldu, sırf onlar mutlu olsun diye izin verdim beraber uyuma eylemine... ama kimse sormuyordu mesela artık iyice sıyırıp saçımı kendi başıma keserken, derdin nedir senin diye...

sanal ortamlarda da bir çok kişiyle tanıştım, kadını adamı... benden yaşça küçük ya da büyük olanları. bir şekilde ortak paydada buluşup sohbet eder olduk ve hatta bazıları ile sanal alem üzerinden iletişimler yetmedi. telefon numaraları alınıp verildi. şimdilerde gecenin bir yarısı aranıp derdi anlatılan, yaşadığı iyi , güzel ya da can sıkıcı şeyler anlatılan insan oldum. ama kimse sormadı "niye sen nasılsın dediğimde aynı ya ye iç yat diyorsun? başka bir şey olmalı ya da böyle olmamalı ..." diye.

güzel bir şey tabi beni yaşadıklarını anlatmaya değer görmeleri. sürekli dert dinlemiyorum tabi, mesela şu kız şunu yaptı acaba sevgilisi var mı şöyle mi yapsam böyle mi konuşsam? yok şunu mu yapsak , böyle yapsak daha mı iyi olur falan filanlar...

aslında pek rahatsız da olmuyordum geçen akşama kadar.

insanlar arıyordu beni. sırf onlar istediklerinde ben karşılarında oluyordum.sırf onlar bir şey paylaşmak istediğinde beni arıyorlardı ve anlatıp rahatlayıp telefonu kapıyorlardı. hani itiraf com'a nick altına gizlenip yazarsınız ya yaptığınız en sapkın, en salakca, en uygunsuz ya da en güzel şeyleri. ve İÇİNİZDEN ÇIKAR ya bişiler. BOŞALTIRSINIZ ve RAHATLARSINIZ... ama yetmez işte bazen insan nick altına gizlemeden boşaltmak ister, kimi GÜNAH ÇIKARMAK kimi AYNAYA BAKAR GİBİ YÜZLEŞMEK KENDİSİYLE, kimi ANNE BEN KÖTÜ BİR ŞEY YAPTIM BUGÜN, AFFET BENİ kimi EVET SEVİYORUM AMA SÖYLEYEMİYORUM NAPSAM Kİ vb durumlar için bir telefon uzaklarındaki beni ararlar. arasınlar tabiki lafım yok şimdi bunu yazıyorum ama şi,mdi biri arasa gene açar efendim der dinler, konuşur , telefon kapanınca da hiç bir şey olmamış gibi devam ederim yaşamaya.

ama bazen sıkılıyorum ya da sıkılıyormuşum geçen akşam anladım. sürekli konuşmadığım, hayatı hakkında pek bir fikrim olmayan biri aradı.nasılsın iyimisinler geçtikten sonra yapmayı planladığımı bir şeyi ve heyecanını paylaştı benle. sonrada hadi görüşürüz dedi ve kapadı. elimde kapanan telefon dondum kaldım. çok isterdim biri şak diye bir tokat atsaydı da ağlasaydım.
ne bu şimdi dedim.nedir şimdi yani amaç neydi? sekreter miyim, kankasımıyım, ağlama duvarı, boşalma aracı, pandora kutusu mu? hani uzak doğu da bir inanç var böyle kayaların ortasında delikler olur ve insanlar gider bir sırlarını oraya söylerler. delikten içeri fısıldarlar. sanırım ben de öyleyim. insanlar buz gibi sokulup bana içindekileri fısıldayıp gidiyorlar. ama unuttukları bir şey var. bende yaşıyorum.belki onlarınkinden çok basit çok sade çok farklı ya da onlarınkinden çok anlamsız ama bunlar yaşamadığımı göstermez bende yaşıyorum ve bazen sırf boşalmak için kullanıldığım hissi canımı acıtıyor. TEK KULLANIMLIK ÜRÜNLER GİBİYİM . istediklerinde arıyor, duymak istediklerini duyuyor ya da gerek gördükleri önerileri alıp kapatıyorlar suratıma...



gelelim geri dönüşüm kutusuna.
insanların hayatlarında bir geri tuşu varsa eğer benim zamanında hayatıma giren kişiler ne zaman o tuşa bassalar akıllarına ilk ben geliyorum ya da o geri tuşu raporu geçmişten gelen insanı en çabuk kabul edip hayatına YENİDEN alıcak kişinin ben olduğunu söylüyor sanırım.

iki haftadır tanımadığım bir numarayı telefonda sürekli arıyor modunda görüp ilgilenmeyişime bir mesaj açıklık getirdi. oysaki tanıdığım biriydi ama geçmişte kalmış olmanın sıfatı vardı üzerinde. daha lisans 3 sınıftayken sanal alemlerde yalnızlığı paylaşma derdine düştüğümüz dönemlerde tanışıp bir insandı. sonra konuştuk, neden bunca zaman sonra aradığını merak ediyor insan ister istemez. geri tuşuna bastığında ilk aklına gelen benle YENİDEN DENEMEK istediğini söyledi. işteo an hayatım bir film gibi geçmese de bir çok sahne bir isim bir çok anı şak şak şak önümden geçti kimisi tokat misali vuruldu yüzüme. ve yuh dedim nedir bu yani. eski ürünleri getirin belki burada değerlendirilir mi yazıyordu kapımda. insanlara nasıl bir rahatlık veriyorum ki onlar yeniden geldiklerinde yeniden hayatımın içine girebileceklerini düşünebiliyorlar.
bak gene kendimdem nefret ettim.

nasıl bir insanım ki rahatlıkla çalabiliyorlar kapımı. "hahaha biz geldik, hani bir sevgi vardı ya zamanında aramızda. ben düşündüm taşındım, değiştim, şöyle etrafıma baktım, senin gibi yok geri döndüm, hadi başlayalım "

yazının özü, sözün kısası;sadece iki özelliğim var insanlar için. geri dönüp iki güzel söz duyabilip kendilerini kandırabilecekleri insan kalbi, tek kullanımlık güzin ablalık yapacak, ağlanılacak omuz, saç okşanacak el...

hatırlatmak isterim ki bende insanım ve artık eskisi kadar iyi olasım yok.

16 Şubat 2011 Çarşamba

?

susuyorum.
bilmiyorlar ki niye?
gülmelerimde mi azaldı ne?
bir simit bölüştüğüm zamanlar nerede?
bir filme ağlayıp bir şarkıyı mırıldandığım?

sorularım var, cevabı aslında belli.
cevabı çok bilindik.
cevabı kesin doğru.

ama korkularım var,
çokca şüphelerim.

inandıklarımla , yaşadıklarım,
inandırıldıklarımla, yaşamak istediklerim...

ah, çok mu karışık?
peki dönelim sorulara,
hani içimde dolaşanlara.

neydim ben?
ne kadarıydı sunduğum size?
ne kadar sevdim ve ne kadar sevildim?
yitirdiğim inançta sizin sevmelerinizde var mıydı?

şimdiki gelişleriniz neredeki kadına?

ne o sustunuz?
susmaların arasına gizlediğiniz cevapları çıkarmamı ister misiniz ağzınızdan?
hani der ya yılmaz erdoğan; Almak ister misin dilini sokup aklıma
Sana ait olan herşeyi bir nefeste
Bir göz yumma anında
Bir soğuk telefon konuşmasında
Geri alabilir misin ?
Seni benden geri alabilir misin?
Kovabilir misin beni senden?

ne o bilir miydiniz bu şiiri?
kaç şiir yazdırdınız bana?
peki kaç şaire yakın acılar çektirdiğiniz kendinize ya da bana?

edebi dillere gerek yok muydu?
argo muydu lisanımız yoksa?
hani aşk vardı ve tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırdı?

yok mu lisanınız?
lal mı olmalıyız?
ne diyorduk başında,
susuyorum,
bilmiyorlar ki niye?

işte bu anlamsız bakışlarınızın sayesinde...

gelmedi

gelicem dedi gelmedi,
zaten geleceği vakti kesin dememişti.
bizimkisi bir umut,
bir sonraki saatlere bıraktım kavuşmaları.
ama o 24 saatin hiç birinde, geleceğim dediği yere gelmedi.

15 Şubat 2011 Salı

choke (tıkanma)













































fight club isimli eseri ile tanidigimiz chuck palahniuk'un kitabı. belki de bir çoğunuz onu okuyalı uzun zaman oldu. bense ancak elime alabildim işte...

temelde ;annesinin tedavi masraflarını karşılayabilmek için tıp eğitimini yarıda bırakıp, ünlü restoranlarda boğulma numarası yaparak sahte kahramanlar yaratan ve geçimini onları sömürerek sağlayan bir anti-kahramanın, sekskolik bir adamın hikayesi.


'eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. kendinizi kurtarın. televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır. burada anlattığım şeyler önce sizi kızdıracak. sonra her şey daha da kötü olacak.'' diye başlıyor.

kitap hakkında duyduyum şeyler ve bu uyarı hiç beni korkutmadı niyeyse. hatta yakın arkadaşımın "boş , itici kitap okuma yea" deyişi bile bir adım geri attırmadı

neyse

aslında kitaba dair bir şeyler yazacağım ama öncesinde aha işte budur dedirten kısımlarından alıntı yapmak istiyorum;

"acı çekmeyi seçtiğiniz zaman işkence sadece işkence, aşağılanma da sadece aşağılanmaktan ibarettir." işte hayata dair ne kadar gerçek bir söz, hele ki bir çok şekilde olan biten en küçük şeyi bile eziyet, acı gibi gören ben için, kör göze parmak gibi mübarek söz.


evlilik nedir bilmeyen bana niyeyse pek tatlı gelen bir benzetmeye de sahip kitap;
"köpekler seksten sonra hemen kolay kolay ayrılamazlar. bir süre sıkışır kalırlar iç içe. evlilik de böyle bir şey..."

çevremdeki bazı her ne kadar ailelerinden uzak, ailelerinden farklı,ayrı ve daha iyi bir bakışları olduğunu söyleyen ama yeri geldiğinde özellikle anne sözünden kopamayan erkeklere dair bir bakış var ki , of ki ne of;

"gerçek şu ki, dul bir anne tarafından yetiştirilen her erkek çocuk evli olarak doğmuş sayılır. bilmiyorum ama bence annesi ölene dek bir erkeğin hayatındaki diğer kadınların hepsi metres olmaktan öteye gidemez. modern oedipus hikayesinde, babayı öldürüp, oğula kavuşan kişi annedir."

kadın- erkekliğe, eşitliğe, üstün canlıya, erkek mi kadın mı liderciliğe, birimiz sikeriz birimiz doğururuzculuğa tokat mı demeli acaba?

"her şeyden vazgeçip herkesin düşmanı olup çıkmadan önce etrafınızdaki insanlar size kaç kez baskıcı ve önyargılı bir düşman olduğunuz söyleyebilir. yani erkekler birer şovenist domuz olarak doğmazlar,sonradan olurlar ve her gün binlerce erkek kadınlar tarafından bu şekilde yetiştirilmektedir. belli bir süre sonra vazgeçip seksist, bağnaz, ruhsuz, kaba ve kerizin kerizi olduğunuz gerçeğini kabullenirsiniz. kadınlar haklıdır, siz haksız. bu fikre gün geçtikçe alışırsınız. insanların sizden beklediği gibi yaşamaya başlarsınız. yani, tanrının olmadığı bir dünyada anneler yeni tanrı değilmidir? kutsal ve tecavüz edilemez son mertebe. annelik dünyada kalan mükemmel ve büyülü mucizelerin sonuncusu değil midir? ama erkekler için imkansız bir mucizedir bu. erkekler doğum sırasında çekilen bütün şu acılar ve dökülen kan yüzünden doğurmadıklarına memnun olduklarını söyleyebilirler ama kedi erişemediği ciğere mundar der. erkeklerin, kadınların başrdığı bu imkansıza yakın olayın uzağından bile geçemediği açıktır. beden gücü, soyut düşünceler, falluslar, erkeklerin sahip olduğu sanılan bu avantajlar aslında semboliktir."


bakın bir de bu var, bize dair mi sanki nedir?

"bütün bu zavallı ve delilerin burada saklanmasının sebebi, gerçek dünyada ve gerçek işlerde başarılı olamamalarından kaynaklanır. başlangıçta ingiltere'yi terk edip amerika'ya gelişimizin de nedeni bu değil miydi zaten? kendi almaşık gerçekliğimizi yaratmak için. hacılar o dönemin delileri değiller miydi? mesai arkadaşlarım olan bu zavallılar, tanrının sevgisi ile ilgili değişik şeylere inanmak yerine, özgürlüğü davranış bozukluklarında bulmak istiyorlar."

"zayıfmış gibi yaparak güç kazanırsınız. kendinizi güçsüz göstererek diğer insanların, kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayabilirsiniz. insanların sizi kurtarmasına izin vererek siz onları kurtarırsınız. ... bu yüzden ezilen taraf olmaya devam edin. insanların üstünlük taslayabilecekleri birine ihtiyaçları vardır."

"cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu. ... hayatınızda rayından çıkabilecekşeylerin hepsini fark ettikten sonra, hayat yaşanır olmaktan çıkar, daha çok beklemekle geçer. kanseri beklemekle.bunamayı beklemekle. her aynaya baktığınızda zona olabilecek lekeler aramaya başlarsınız."

"her şeyden kuşku duymamak, her şeye karşı mücadele etmemek için gerken cesareti kendimde bulabilmiş olmayı çok isterdim." bu da iç ses gibi oldu sanki ha, acaba içimzideki sesleri mi duyuyor bu adam?

aha bu da sorumluluk denen şeye dair özellikle de anne , baba olmanın insana yükleyeceği sorumluluğu bir cümleyle aydınlatacak olan cümle;
'bebek, eve köpek almaya benzemez ki... yani bebekler çok uzun yaşarlar dostum.'


filmi de çekilmiş kitabın, hatta geçen akşam gene uyuyamama nöbetlerinde sonlarına yetiştim gece yarısı bir kanalda. ama baştan bir izlenecekler arasında kendisi. kitabı yansıtmadığını söyleyenler çok, yansıtmasın. kitap yeteri kadar gerçekleri yansıtıyor, varsın film salak saçma olsun, adı tıkanma olsun yeter.

alıntılar dolu bir yazıydı, zaten bende bir alıntı değil miyim bazen...

11 Şubat 2011 Cuma

perfect day

güzel bir günmüş, yalanını seveyim senin dünya, gerçek sadece şarkılarda var, şarkılar ise biz dinledikçe var...



just a perfect day
drink sangria in the park
and then later
when it gets dark, we go home

just a perfect day
feed animals in the zoo
then later
a movie, too, and then home

oh, it's such a perfect day
i'm glad i spend it with you
oh, such a perfect day
you just keep me hanging on
you just keep me hanging on

just a perfect day
problems all left alone
weekenders on our own
it's such fun

just a perfect day
you made me forget myself
i thought i was
someone else, someone good

oh, it's such a perfect day
i'm glad i spent it with you
oh, such a perfect day
you just keep me hanging on
you just keep me hanging on

you're going to reap just what you sow
you're going to reap just what you sow
you're going to reap just what you sow
you're going to reap just what you sow

güzel günler göreceğiz çocuklar diyen üstadlara selamlar olsun.
sizin bahsettiğiniz günler sadece şarkılar, şarkılar ise benim:)

ihtimaller

hep bir uzak ihtimaller peşinde koşuyorum
bazen koşuları yarım bırakıyor adım bile atamıyorum
uzak ihtimallerin peşinde sürünmelerim oluyor mesela
ama hep uzak, yorucu,çoğu karanlık...

ihtimaller denizlerim var mesela
onlar yakın bak, taa içimde
en kısa yoldan ulaşıyorum ona
ve boğuluyorum çokca

bir ihtimal var o da ölmek mi dersin diyorum
ölmelere bile koşar adım gidemiyorum.
bir ihtimal yaşarız diyorum
dediğime kendim bile inanamıyorum.

uzak ihtimallerim var benim
uzak isimler,
uzak şehirler,
uzak başarılar,
uzak insanlar, insanlıklar...

10 Şubat 2011 Perşembe

cami var dediler geldik, peki nerede?



dün aslı sinan ben araziye çıkalım, tezim için gidilmesi gereken köylerden birine gidelişm, caminin ölçüsünü alalım, fotoğraf çekelim dedik. haberleştik kararlaştırdık. ve saat 1 arabasıyla köye gitmeye karar verdik. lakin ben onların bindiği otobüsü göz göre göre kaçırdım. ve yarım saat durakta ağlayarak güldüm, gülerek ağladım.

yarım saat sonra otobüs geldi ve otobüse bindim, sinanı arayıp yola çıktığımı söyledim. köyün meydanında beklediklerini söylediler. tamam dedim ve otobüsün içinde soru sorabileceğim bir insan aramaya başladı gözlerim. önünde küçük bir çocuğu olan kadına eski köy camisinin yerini sordum. cevap çok acıydı.
" aaa o mu? yıkıldı o, çok olmadı ama"
" nasıl yıkıldı?" diyebildim sadece , sonra gülmeye başladım deli gibi, artık köylüler ne dedi bilemiyorum.
sonra sinanı aradım.
" sinan , şimdi bir şey diyeceğim sana ama kesin delirecek , bağıracaksın. ama ne olur bağırma"
" ne oldu lan ne oldu de"
"şimdi sinan kaç tane minare görüyorsun orada, çevrende? 2 tane mi? 1 tane mi?"
"bir tane , ne oldu ki?"
" ha , işte bizim gideceğimiz cami yıkılmış, yokmuş aslında"
sonra gülüşmeler ama aslında aq deyişler içten...

sonra yarım saat gecikmeli, ulaştım bizimkilerin yanına.gidilmesi gereken bir kaç yere gittim. sordum soruşturdum 2 ay önce caminin yıkıldığını duydum. köy yakın diye 2 yıldır oraya gitmeyen bana ne güzel bir cevaptı bu. ne güzel bir tokat.

sonra otobüsle geri döndük. ve bir başka köy için diğer otobüse bindik. bu arada bir arkadaştan fotoğraf makinesi istedik, yedek yanımıza.

bu sefer sorun yoktu, cami yerindeydi. güzel güzel fotomuzu çektik ve merkeze döndük. hatta sonra yanımıza ali, ve kardeşim geldi sohbet muhabbet gülüşme, vakit geçti gitti.

gelelim bu güne. kendi makinemdeki fotoları pc ye attım. sıra burağınkine geldi. ve ne oldu dersiniz* hahaha tabiki bu kadar olumluluk yeterdi, resimler benim yanlış anlamam sonucu silindi.

gülüyorum , ağlıyorum, ağlarken gülüyorum.
zaten yola bunu yaparak başlamamış mıydım?
haha kendimi tekrarlıyorum

9 Şubat 2011 Çarşamba

annem annem

annem annem, oturma odamızla mutfak arasında ona göre sürekli değişen adım sayısıyla mücadele eden kadın...

annemi evde aradığınızda ya banyodadır ya mutfakta ve kısmet olursa oturma odasında , sarılı kahverengili battaniyesinin altında. ve hatta onun kabuğu, dinlenme tesisi gibi gelir bana o battaniye. ne zaman altına girse yaran diyaloglara girecek konuşmalar,ciddi keskin cümleler, hayata , bana, bize o ana dair kurulması gereken ya da ah kurulmasa keşke denilen her şey annemin ağzından çıkar. eğleniriz aslında bundan.eğlenceli kadın vesselam.

şimdi söylenerek mutfağa gidiyor 250.adımı atmış, o kadar sayabiliyor mu bak işte onu bilemiyorum. geçen gün bir para muhabbetinde 400Tl için auv çok paraymış deyince bir güzel babamdan azar yemişti. kadın için eskinin parasıyla 400 milyon iyi para ama ne anlar babam:/

bu ara defne joy foster için üzülmekte. öldüğünde " ah ben biliyordum bu kızda bir şey olduğunu, yok böyle dans 'ı izlerken yerinde duramadığını görmüştüm. bir sıkıntı bir nazar vardı. okuyayım diyordum. bak kız sıkıntıdan neler yaşadı , başına neler geldi " dedi. ah anne keşke okusaydın dedim. keşke okusaydı... , üzüldüm ya insanlar tabiki ölücek ama öyle soru işareti bol, sonrasında bir sürü saçma sapan şeyler olan ölümlerin engellenmesi lazım, o da bize kalmış bir iş değil. üf neyse...

annem annem, ben iş bulamayıp kendime ait bir yaşam kuramadığım, kardeşimin ise iş bulduğu halde hala bazen küçük bir kız gibi davranmasına ve özgür , özgüvenli olamayışından kendini sorumlu tutup, hala kendini başarısız gören, çıplak ayaklı , ağzında sürekli sigarası olan annem,
sayende ben sıcak bir kadınım, gülümseyen yüzüm var, bilemezsin bu ne demek...

sözlükte yazdığımda bir çok artıyı almama, artıyı geçin anlattığım kişilerle eğlenmeme sebep olan yaran diyaloglardan birini paylaşarak yazıyı bitirelim, belki gülümsersiniz;

gün içinde gülben ergen'in programını izleyen annemden program hakkında görüşler alınırken ;

a-neymiş efendim, kadınları bilinçlendireceklermiş. neymiş canımız tatlı istediğinde şekerli şeylere saldırmak yerine daha farklı ve sağlıklı şeyler yapabilirmişiz.
g- ne mesela? ne yapmak lazımmış?
a- efendim tatlı yemek yerine elmayı rendeleyip üzerine biraz tarçın atıp bir avuç cevizle beraber yiyecekmişiz. iyi de gülben hanım var mı bakalım bizim evde ceviz? kilosu kaç para biliyor musun sen?
g- hahahahah

8 Şubat 2011 Salı

harç parası

kendimi tebrik ediyorum. 5 dönemdir yüksek lisans yaptığım ve daha da öncesinde 8 dönem aynı üniversitenin aynı bölümünde okuyup 8 kez harç yatırmış biri olarak az kalsın gene bu dönem ki , gecen dönem de aynı boku yemiştim, harç yatırma süresini kaçırıyordum.

aklım nerede? baktığımı, okuduğumu anlamıyor muyum? yoksa anladığımı beynimin dopdolu düşünceleri arasından geçirip gerekli beyin bölümlerine ulaştıramıyor muyum?, bilemedim. ama tek bildiğim gene kılpayı yırttık. şimdi babayla harç konusunda konuşmak var. gerçi o kardeşime topu atıcak , hatun susup parayı uzatacak ben boynu bükük, bir işe yaramayan insan formunda olayı biraz sıkıntılı atlatacağım. yaş kaç oldu ana baba eline bakıyorum onu geçtim kardeşi de sömürüyorum.
cidden bu durumdan çok sıkıldım.

acıtasyonu geçersek bir baltaya sap olamamış, orman içinde kesilmeyi bekleyen bir ağaç olarak tek dileğim sadece " bir şey olmak" o bir şeyden kasıt ne bilemiyorum şimdi. baltaya sap olmasam da bir şey olayım artık.
insanlığı yitirmeden olsak yetecek, sonrası iyilik güzellik.

ha neydi şimdi yapacağım, 154.80 TL için, el pençe divan durmak...

2 Şubat 2011 Çarşamba

ayaklandı


üzerimdeki isteksizliği atmak için ne yapmam gerekiyor diye düşünerek içimi ısıtmaya çalışıyorum. çalışan beynim belki felaket tellallığını bir kenara bırakıp olması gereken şekilde yönlendirir beni , bilemiyorum.

bir ay önce yolun ortasında yatıp kalmıştım ya, şimdi kalktım. elimde tutabildiğim kadar urgan, üzerim biraz tozlu sanki ama sorun değil.bedenim alışkın bu tozlara... üzerimde ölü toprağı olmasından iyi hatta.toz da neymiş, üfle geç. el çabukluğula üzerinden geç, temizlenir...

hayatımın son 3 yılında sürekli bir hedef, bir karar, bir istek üzerine beynimi, bedenimi yoğunlaştırıp çabalıyor ya da çabaladığımı sanıyorum . ve niyeyse bazısı hiç olucak gibi olmuyor. hep derim insan kendini bilmeli diye hatta bazen özel hayatımda insanlarla arkadaş dostluk sevgili olma eylemlerinde bir tartarım kendimi , karşı taraftakine ne kadar yakın ne kadar uzak ne kadar aynı ya da farklıyım diye. ona göre daha bir alırım içime onu, başlarım bir şeylere. ilişkilerinde böyle olan biri olarak nasıl olur da isteklerimi belirlerken etiketime uymayan şeylerin peşinde oluyorum ya da isteklerimi gerçekleştirecekken nasıl bu kadar başarısız oluyorum ah işte artık onu hiç bilemiyorum. kaldı ki bunun üzerine konuşmaya başladığım an felaket tellallığı yapan içimin sesleri kemiriyor bir yerlerimi.

şimdi kalktım ama, yolun ortasında ezilmeyi bekleyen kirpi değilim. kendimi bir toparlayabilirsem yeni yol çizergeleri hazırlayacağım. ama bilirsiniz beni , gene sıkıntılarım olucak, ama arada el verin, ışık tutun, yol verin. belki o zaman depresif yaklaşımların içinde daha sıcak gülebilirim.